SABAHATTİN ALİ - KÜRK MANTOLU MADONNA

 

 

KÜRK MANTOLU MADONNA

YKY 2003 Sabahattin ALİ

 

Aslında birçok defa düşündüm acaba bu eseri bu kitaba almalı mıyım diye. Onlarca baskı yapmış on binlerce okuyucuya ulaşmış, milyonlarca hayranı olmuş büyük bir eserdi sonuçta. Nitekim farklı bakış açılarının da olması gerektiğine inanarak bu eseri de KİTABÜL KÜTÜP isimli eserimize dâhil ettik. Bu başlıkta; Kürk mantolu Madonna neden bu kadar popüler oldu? Sabahattin Ali’yi ölümsüz kılmasında etkisi ne oldu? Ve en önemlisi bu eserdeki sır nedir? Sorularının cevabını vermeye çalışacağız.

Eser 1943 yılında yazılmıştır. Yazıldığı yıl itibari ile 20 yıl öncesini anlatmaktadır. İsimsiz yazarın işsiz kalması sonucu soğuk bir kış günü arkadaşıyla karşılaşmasının neticesinde gelişiyor. Burjuvanın ve sosyalizmin ne denli mesafeli olduğuna vurgu yapılıyor. İsimsiz yazarımız arkadaşı Hamdi’nin iş yerinde işe başlıyor. Burada ruhu sessiz, iç dünyası fırtınalarla dolu Raif Efendi ile birlikte çalışmaya başlıyor.  Raif Efendi sessiz ve kimseyle konuşmayan birisidir. Çalıştığı iş yerinde Almanca mütercimliği yapmaktadır. Sık sık hastalanıyor olması ile bir takım yazıların tercüme edilmesi için yazar, Raif Efendinin evine gidiyor. Gördüğü ev ahalisi halinden Raif Efendi hakkında daha çok meraka kapılıyor. Sürekli Raif Efendi’yi yalnız bırakmayan yazarımız Raif Efendi’nin hastalığının ilerlemesi neticesinde iş yerindeki eşyaları istemesiyle gelişiyor.  Çekmecesinden Raif Efendi’nin bütün eşyalarını alması ve “acaba çekmecenin ardına bir şey düşmüş müdür?” diyerek tekrar bakmasıyla eserin ikinci bölümünün başlangıcı olan defteri buluyor. Raif Efendi bu defteri yazarın okumasına gönülsüzde olsa izin veriyor.

 

20 HAZİRAN 1933

İkinci bölüme geçildiğinde anıların kaleme alındığı bir defteri okumaya başlıyor yazarımız. Bundan sonrası ki başkahraman Raif Efendi’nin anıları neticesinde çözümlenemeyen bir ruha neden olan yaşamışlık aksetmeye başlıyor.  Raif Efendi gençlik yıllarında Almanya Berlin’e baba mesleğini ilerletmek maksatlı gitmiştir. Sanatın ve modernizmin, dünyanın en büyük savaşlarının yapıldığı bir dönemin ardından bile ölmediğini, batı ve doğu sentezinin (alaturka ve alafranga) yaşamın yansımalarının da yer aldığı noktaya da değinilerek bir resim sergisinde Maria Puder’in eseri Raif Efendi’yi derinden etkiler.  Maria ise günlerce eserinin karşısında dikilip kalan bu gence elbette kayıtsız kalmaz. Öyle ki; Raif Efendi’nin yıllar sonra gireceği ruh haline Maria zaten iç dünyasında yaşamaktadır. Hayata ve insanlara olan güvensizliği ve insanın yaşama amacından olan “bir insana güvenebilme” ihtiyacı ile arkadaşlıkları ilerliyor.

“Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için... Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... Erkeklerin öyle bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hülasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki...” (Maria)

Raif Efendi’nin ise karşılık beklemeksizin bir arkadaş edindiği ve duyguların giderek değiştiği bir kadına karşı koyamadığını görüyoruz. Açık ve net olmasa da içten içe ikisi arasında çok büyük bir aşk başlıyor. Belki de kitabın sırrı bu aşkta gizli… Hayır, hayır bu aşkta gizli değil kitabın neticesinde gizli. O giz bir kız…

Maria’nın çok hasta olduğu bir dönemde Raif Efendi, babasının ölümü ile yurda dönmek zorunda kalıyor. Mektuplar elbette ardı ardına kesilmiyor. Her defasında Maria mektubunda “Geldiğimde çok mutlu olacağın bir haber vereceğim” diyor. Nihayet mektupların kesilmesi ile Raif Efendi “nasılsa bir başkasını bulmuştur” vesvesesi ile elinde kalan arazisine sahip çıkmaya başlıyor. İş güç ve evlilik derken aradan 10 yıl geçiyor. Bir gün Maria’nın akrabası olan pansiyon sahibi  Frau van Tiedemann ile Ankara’da karşılaşması ile yıllarca aklından silemediği Kürk mantolu Madonna’sı hakkında bilgi alabilme ümidi Raif Efendi’yi çok sevindirmiştir. Frau ise küçük bir kız çocuğu ile Ankara’dan geçerken tren kalkış saatine kadar gezinmeye başladığında karşılaşmıştır Raif Efendi ile. Kısa hasbihalden sonra Frau; Maria’nın bir Türk’le aşk yaşadığını fakat bunu çocuğun doğumundan sonra Maria’nın ölmesi ile anlaşıldığını söylemiştir. Trene yanındaki kız çocuğuyla binip uzaklaşan Freu ardında bir enkaz bıraktığının farkında bile değildir.

“Bütün bunlar, dün akşam oldu. Bu satırları yazdığım sırada aradan yirmi dört saatten biraz fazla bir zaman geçmiş bulunuyor. Dün gece bir saniye bile uyuyamadım. Yatakta arka üstü yatarak hep trendeki çocuğu düşündüm. Vagonun sarsıntılarıyla kımıldayan başını görür gibi oluyordum. Bol saçlı bir çocuk başı... Ne gözlerinin, ne saçlarının rengini hatta ne de ismini biliyordum. Ona hiç dikkat etmemiştim. Yanı başımda, bir adım ötemde durduğu halde bir kere merakla yüzüne bakmamıştım

Ayrılırken elini bile sıkmamıştım. Hiçbir şey, aman yarabbi, kendi kızıma dair hiçbir şey bilmiyordum. Kadın muhakkak ki birçok şeyler sezmişti... Niçin bana o kadar hain bakmıştı? Herhalde bir şeyler tahmin etmişti... Ve kızı alıp gitti... Şimdi yoldalar... Tekerlekler bir raydan bir raya atlarken kızımın uyuyan başı hafifçe sarsılıyor...” .(Raif Efendi)

Ve yazarımız defteri okuyup sabahında Raif Efendi’ye gittiğinde öldüğünü duymuştur. Bütün sırları ile çekip gitmiştir. Geride kara kaplı bir defter ve her şeyi bilen yazar kalmıştır.

Evet; Bana göre bu kitabın en büyük sırrı o küçük kız çocuğudur. Belki de eserin ruhudur o kız çocuğu. Yıllar sonra öğrendiği ve dokunamadığı bir kızının olmasıydı Raif Efendi’nin. Şimdi ise ne haddime ne bilgime ne karakterime uymayan naçizane küçük bir eleştiride bulunmayı da ihmal etmeyelim: Ey Raif Efendi! yüreğinde duyduğun bu büyük aşk sana sadece o günün şartlarında 4 günlük bir yolculuk uzaklığındaydı. Neden yıllarca gitmek için veya Maira’ya verdiğin sözü tutmak için bekledin? Neden yıllarca bu rehavete izin verdin? Maria ile yaşadığın aşkı nasıl vesvese ile öldürdün?

Sabahattin Ali’mi? O ise Cumhuriyet döneminin döneminde kıymeti bilinmeyen yazarlarından ve ayrıca daha da vahimi dönemin ilk faili meçhul cinayetine kurban giden büyük bir yazardır. Usta edebiyatçının şiirleri birçok sanatçı tarafından bestelenip şarkı sözü haline getirildi. Sabahattin Ali’nin bestelenmiş şiirleri: Ben Gene Sana Vurgunum (Nükhet Duru), Aldırma Gönül (sinop cezaevi) (Edip Akbayram), Çocuklar Gibi (Sezen Aksu), Leyim Ley (Zülfü Livaneli).

Ve son olarak eserleri:

ŞİİRLERİ: Dağlar ve Rüzgâr (1934) Değirmen Dağlar ve Rüzgâr (1965) Dağlar ve Rüzgâr, Kurbağaların Serenadı, Öteki şiirler (1988) Bütün şiirleri

ROMAN: Kuyucaklı Yusuf (1837-1988) İçimizdeki şeytan (1940-1982) Kürk Mantolu Madonna (1943-1988)

ÖYKÜ: Değirmen (1935) Kağnı (1936-1983) Ses (1927-1972) Yeni Dünya (1943-1982) Sırça Köşk (1980)

OYUN: Esirler (1966)

 

Eserde en çok etkilendiğim söz

("Ben onlar için hiçbir şey değilim... Hiçbir şey değildim... Senelerden beri aynı evde beraber yaşadık... Bu adam kimdir diye merak etmediler... Şimdi çekilip gideceğimden korkuyorlar..."Raif Efendi.)


Yorum Gönder

0 Yorumlar

Close Menu