Sadri ERTEM
(1898-1943)
BACAYI İNDİR
BACAYI KALDIR
TÜRK DİLİ
DİL VE EDEBİYAT DERGİSİ S. 283-288)
Sadri Ertem 1898 yılında İstanbul’da
doğmuştur. Öykü ve roman yazarı ayrıca siyasetçidir. İlk yazısı 1912 yılında
Tercüman-ı hakikat gazetesinde yayınlandı. Birçok dergi ve gazetelerde yazarlık
yaptı. Onlarca öykü, roman, inceleme ve deneme eserlerine sahiptir. Asıl adı
Saadettin’dir. Sadri Ertem sosyalist kişiliğe sahiptir. Öykü ve romanları da bu
yönde gelişmiş ve bu yönde kaleme almıştır. O eserlerinde işçi-patron,
köylü-şehirli, zengin-fakir gibi zıt grupların karşılaştırmaları ve eleştirel
gerçeklikleri konu edinmiştir. Sadri Ertem’i kısaca tanımlamamız gerekirse;
Toplumsal Gerçekçilik yazarıdır diyebiliriz. Felsefi ve siyasi dayanağını
Marksizm’den almıştır.
Bacayı indir bacayı kaldır hikayesinde
sınıflar arası çatışma vardır. Sömüren-sömürülen, ezen-ezilen gibi ekonomik bir
buhranın hikayesidir. Genelde de konularını ezilen halkın ve sömürülen işçinin
sosyo-ekonomik durumundan alan yazar toplumsal sorunları eleştirmesi ve tenkit
eserleri bakımından Gerçekçi Türk Edebiyatının ilk temsilcilerinden olmuştur.
Sadri Ertem 1943 yılında Ankara’da vefat etmiştir.
BACAYI İNDİR BACAYI KALDIR
Bir toz duman… Çıplak insan ayaklarının ve nalsız hayvan izlerinin
sıralandığı yollardan gürüldeye homurdana bir otomobil geçiyor.
Uzaktan, besli, dolgun gövdeli köpeklerin sesleri camları gıcırdattı:
— Hovv… hov… hov… Bu, sivri bir diş gibi Maden Ocakları Müdürünün etine
saplandı. Müdür yüzünü buruşturdu. Kulakları dikildi.
Siz diyeceksiniz ki bir adam köpek sesi duyunca ne olur?
Bu, benim için, sizin için böyledir. Bir şey olmaz. Köy köpeklerinin
gürültüsü bizlere nihayet yabancılığımızı hatırlatır. Bu bir yabancıya karşı
gösterilen hayretin ilk belirtisi ve yalnızlığın ilk işaretidir. Eğer biraz
daha hatıranız varsa, o nihayet size bir korku, bir ürkeklik verecek,
bacağınızdan ısırılıyormuş gibi olacaksınız. Ocak Müdürünün kafasına köpeğin
sesi bir diş gibi battı ve derhal bir şimşek gibi çaktı, kafasında loş
dehlizler aydınlandı. Karanlıkta ara sıra gerinerek uyuyan hatıralar kalktılar,
birbirlerini dürttüler ve bir asker safı gibi dizildiler.
Müdür, besli bir köpeğin bağırdığı yerde refahın derecesini anlayabilecek
kadar tecrübeliydi, zeki idi, kısaca tam bu işin adamı idi. Hasta, yoksul
köylerin cılız, tüyleri uyuzlaşmış, sesleri kısık köpekleri vardır. Zengin ve kibar köylerin muhafızları da mağrur, alınları yukarda ve
heybetlidir. Sesleri dağdan dağa bir kasırga gibi hükmeder.
Müdür bunları düşündü ve:
— İşçilerin gündeliği umduğum gibi az olmayacak?.. diye sesin ilham ettiği
sonuca vardı.
Otomobil, yabancıyı az zaman sonra gözün alabildiği kadar uzanan yemyeşil
bir ot denizine çıkardı. Bu denizin ortasında renk renk kor bir koyu, yakıcı
gelincikler, su üstünde yüzer gibi bu sonsuz denizde çalkalanıyordu.
Derenin öbür tarafında sararmış olgun tarlalar kocaman bir yumruğa benzeyen
başaklarını dizleri üstünde dinlendiriyorlardı. Her şeyi gürbüzdü, otlar
gürbüzdü. Biraz ötedeki ağaçlar gürbüzdü, yapraklar gürbüzdü, yıkık duvarlardan
taşan dallar, olgunlaşan meyvelerini tozlu yollara salıvermişti.
Buğulu erikler, güneşin altında kıpkızıl alevden bir yuvarlak gibi yanan
narlar, kâh kütüklerinden, kâh bir çardağın üstünden dalgın dalgın vücutlarını
salıveren iri taneli üzümler, sonra beyaz, tertemiz kiremitli evler, temiz
elbiseli çocuklar onun tahmininde aldanmadığını gösterdi.
“Gümüşlükurşun” Maden Ocakları Müdürü bu güzel, bu şirin ve zengin ovaya
denebilir ki ilk bakışında hayran oldu.
***
Müdür, köylülerden öyle tatlı yüz, öyle candan bir dostluk gördü ki, her
gün ziyafetten ziyafete gitti. Her ziyafet onda yeni bir âlem keşfetmiş gibi
his bırakıyordu.
Güzel ve bereketli ovanın mahsulü onu gayet kolaylıkla kendisine ısındırdı.
Bir hafta sonra da köy zenginlerine ziyafet veriyor, Ermeni tercümanı
vasıtasıyla her gün bir şeyler öğreniyordu.
Bir gün, ihtiyar Muhtar Ömer Ağa, kıvrık sakalını sıvazlayarak, buraların
şöhretinden şöyle bahsetti:
— Hey Çelebi… Lokman Hekim ölüme çareyi burada buldu, kitaba yazdı. Neylemeli
ki kitap suya düştü, eridi… Ölüme çare bulamadı ama, Lokmanın kitabının eriyen
yaprakları buranın topraklarına karıştı.
Onun için buraya ne eksek biter, çıplak ayakla basan hemen insan çıkar… Bire
elli buğday buradan gayri nerede var?
Müdür zembereklenmiş gibi yerinden sıçradı, sordu:
— Bire elli mi?
— Ya ne zannetin Çelebi!..
Müdür, bundan sonra arazi sahiplerini teker teker davet etti. Tercümanını
yanına alıp şöyle bir ağaların oturma odalarına gitti. Hemen hepsine şöyle
söylüyordu:
— Ben bu Lokman Köyü’nü çok beğendim. Belki de çoluğumu, çocuğumu alıp burada
yerleşmek de mümkün olur. Hele sizden çok memnunum, nerede Avrupa’nın o
dalavereci insanları… Ben burada kendimi emniyet içinde görüyorum… Bana biraz
tarla satmaz mısınız?..
— Satarız… Ama, dönümü elli liradan aşağı idare etmez… Başka türlü veremeyiz.
***
Müdür, “Gümüşlükurşun” Maden Ocakları İşletme Müdürüne rast geldi. Dert
yandı:
— Bilsen şurada bir çiftlik sahibi olmak hem maden için kârlı olacak, hem de
bizim için… Seninle de ortak olurduk… Bir çaresini bulsak da biraz toprak alabilsek..
Çok para istiyorlar… Böyle satın almanın imkânı yok…
İşletme Müdürü:
— Fazla düşünceye lüzum yok… Kolay iş…
— Nasıl… Nasıl?..
İşletme Müdürü gülümsedi:
— Çok kolay… Bacayı şöyle biraz indirdin mi, iş bitti demektir. O zaman
dönümünü on kuruşa pahalı deriz. “Kezzap”, “Zaçyağı”(Demir sulfat) nelere kadir
değildir.
— Vallahi sen dahisin. Fakat bacanın kısaltılması için bir sebep?...
— Düşündüğün şeye bak… Onu Haçik’e bırak… O, köylülerin ağzından girip,
burnundan çıkmayı mükemmel becerir.
— Sahi yapar mı dersin?
— İşten bile değil!..
***
Haçik, köylüler arasında itibarlı adamdı. Onun için herkes “dinince
dinlensin” derdi.
Haçik, kat kat kırışık ensesi, yağlı yakası, düşük kıranta bıyıkları, gür
ve yozuna büyüyen sazlar gibi çarpık çurpuk kaşları ile bir acayip mahlûktu. Felsefeden,
tasavvuftan bahsederdi. Hele Bektaşi nüktelerine ve nefeslerine bir Bektaşi
babası gibi vakıftı.
Köy kahvesinde ağaların meclisine girdi. Kâhya tütün kesesini uzattı:
— Haçik Ağa, çek bakalım… diye iltifat etti. Onun bugün sinsi bir hâli vardı.
Heyecanla bir tehlikeyi haber vermek ister gibi söze karıştı:
— Bir Mevlânın kullarıyız. Yollarımız ayrı olsa da… Kudüs’le Mekke bizi
ayırmaz…
— Öyle öyle… Haçik Ağa…
Bir başkası yanındakinin kulağına:
—Mübarek adam… Bir Müslüman ol.
Haçik devam etti:
—Demek isterim ki… Zatı şeriflere hangi dinde olursa olsun hürmet gerektir.
—Öyledir Haçik Ağa..
Sesler:
— Yaman adamdır vesselam...
İhtiyar bir köylünün Haçik Ağa’nın sözlerinden gözleri dolu dolu oldu.
Yanındakine yavaşça:
— Bu adam gizli din kullanıyor diyorlar, dedi. Biri atıldı:
— Yalansa doğru olsun!..
Haçik, anlattı:
— Söz aramızda… Görüyorsunuz ya… yatırın başı ucundaki şu selviyi… bir de öteye
bakın koskocaman baca!.. Şimdiye kadar zatı şerifin selvisinden daha yüksek bir
şey var mıydı?
Bütün köylüler:
— Yoktu…
— Şimdi?..
— Şimdi var…
— Baca…
— Baca… Baca evet… Evet.
— Acırım size… Vallahi iki gündür gözüme uyku girmez oldu. Zatı şerifler çok
kızgın şeylerdir. Hep birden seslendiler:
— Doğru… Kabahatimiz var… Fakat ne yapalım el adamı dinler mi hiç?..
— Dinletmeli!..
İnceli kalınlı, genç ihtiyar sesler:
— Doğru, doğru!.. Fakat Frenk’tir anlamaz ki…
— Ben giderim… Köylüler bacanın yarıya kadar indirilmesini istiyorlar, derim
anlatırım… O da Müslümanların dinine hürmet eder… Müslüman dostudur. Piyer Loti
adında bir Türk dostu vardı. Hani canım gazeteler hep resmini yaparlardı. İşte
bizim müdür onun yeğenidir, yarı Müslüman sayılır. Amcasının evinde Allah hakkı
için söylüyorum, iki elim yanıma gelecek, cami vardı. Kâhya okur yazar adamdı,
başını salladı:
— Bilirim, dedi, gazetede ben de okudum. Allah din kısmet etsin…
— Amin!
— Amin!
Köylüler gözlerini ümitle açtılar, yalvarır gibi söylediler:
— Haçik Ağa, şunu bir yaptırsan yok mu?
— Yapıldı bilin… İnsanlar birbirleriyle dost olmalı. Bir Allah’ın kuluyuz.
İyilikler yanımızda kalır…
***
Baca
yarısına kadar indi. Köy derin bir nefes aldı. Bir felaketten kurtulmuş gibi
sevindi. Direktör ve İşletme Müdürü, Haçik Ağa’ya bir şişe mastika hediye
ettiler. Köylüler ona bol bol ziyafet çektiler…
Baca kısaldı…
Baca, boğucu gaz atan bir top namlusu oldu. Durmadan dinlenmeden
bombardıman etti, hangi bombardıman bu kadar kanlı, bu kadar uzun sürdü?
Yirmi dört saatte bir defa bile sönmeyen ocak, bir taraftan kükürt savuran,
bir taraftan zaçyağı yağmuru serpen bir zehir denizi oldu. Eczanelerde,
kimyahanelerde saklanan zehirler burada bir dere gibi aktı. Bir yağmur gibi her
yeri bastı. Rüzgâr bu ağır gazları bir kurşun gibi toprağa yaydı. Mermer
üzerine dökülen kezzap onu nasıl paramparça eder, didilmiş bir pamuk yığını
hâline koyarsa, topraklar da öylece harap oldu.
Toprak güzel rengini kaybetti. Soluk, ölüm duygusunu veren bir hal aldı.
Yeşillikler bir anda sarardı, ertesi sene gürbüz ağaçlar kupkuru bir
iskelet hâline geldi. Bahar bir hazan gibi girdi ve kimse baharın geldiğini
anlayamadı. İri boylu otlar cüceleşti, cılızlaştı. Nihayet kayboldu.
O nazlı, güzel çiçek denizi kurudu, şimdi ortada sonsuz bir çöl var. Sanki
dünyanın vahşi sürüleri ayaklarıyla, dişleriyle, tırnaklarıyla burayı eştiler.
Eski zamanların karınlarına bir mahallenin evleri sığan hayvanlar susuzluklarını
burada dindirdiler.
Artık buradaki rüzgârlar Samdan başka bir şey değildi. Ovada ancak ölüm
ekildi ve sefalet biçildi, şen sesli, dolgun vücutlu, gözleri parlak, sevimli
zeki hayvanlar, yavaş yavaş ahmaklaştı. Öküzler zayıf, nesli tükenen bir akrep
haline geldi. Atlar kişnemeyi, koşmayı unuttular. Sarsak başlı, düşünceli bir
acayip mahluk haline girdiler, sanki bir kaplumbağa… İki sene sonra uzaktan
ses, müdürün kulağının memesini bir diş gibi kapan köpeğin tüyleri döküldü.
Karnı sırtına yapıştı. Artık
bağıramıyor, güç halle ağzını açarak havlamanın taklidini becerebiliyordu.
Bir hayalet gibi yavaş yavaş sürüklenen hayvanlar da kimi ahırlarından
çıkmaya takat bulamadı, kimi düştü öldü, kimi yatalak hasta oldu.
Bahar hayvanlar için bir haradır. Bütün tabiat, sinirleri damarlara ve
bütün canlıların uzviyetine coşkun bir hayat neşesi verir. Halbuki bu bahar, ne
güzel bir kuzu yavrusu göründü, ne sevimli bir eşek, ne bir buzağı, ne bir tay
sesi duyuldu.
İnsanlar da soldular. Sert kemiklerin üstünü, buruşuk bir deri kefenledi.
Dudakları kurumuş yosunlara benzedi. Yeşilimsi beyaz ölü rengi fersiz gözlerin
etrafını kapladı.
Kır yollarında cıvıldaşan insanlar bir hayal oldu. Artık köy halkı
değneklere dayanarak, öksüre öksüre ve iki adımda durup dinlene dinlene
dolaşabiliyordu. Tümünün ciğerlerini kurşun tozu kapladı. Atların üstüne elini
dokundurmadan hoplayan eski süvari çavuşu şimdi yerinden kalkmak için koltuk
değneğinin ve birkaç adamın yardımını bekliyor.
Günler öyle geçti, her geçen gün sanki köylülerin damarlarını açtı,
kanlarını boşalttı, boşalttı….
Bacanın etrafında köyler için artık düğün, balıkların konuşması, öküzlerin
yumurtlaması gibi acayiplikler arasına girdi. Bir mucize olarak doğan
çocuklar da yaşamadı.
***
Köylüler son bir yardım diye Maden Ocaklarının Müdür’üne koştular:
— Çelebi bize ne verirsen ver de artık tarlaları satalım…
— Ağa iyi ama ne yapalım, Allah bir afettir verdi.
— Hani vaktiyle istemişsiniz de onun için söylüyoruz.
— İşe yaramaz ya… Ne istersin?..
— Ne olacak canım…
— Ben burayı mal olsun diye değil, size bir yardım olsun diye alacağım. Dönümü
yarım liradan…
— Eh ne yapalım?... Peki olsun…
Maden Ocakları Müdürü bütün köylünün arazisini satın aldı. Köylüler
heybelerini sırtlarına vurarak, tozlu yollardan uzaklaştılar. Fakat her adımda,
her izde bir hatıra buldular. Ayakları yürümedi, köylerini ana ana gittiler.
Kimi öldü, kimi dere kenarlarında, kimi ağaç altlarında yurda hasretin
acılığını duydu. Döndü. O, zehirli havayı doya doya teneffüs etmek için geri
geldi. Bu zehirli hava, sanki onları yaşatacak, sanki onlara derman olacaktı.
Bir çokları yamaçtan köylerine baka baka, gülümseyerek bir taş parçası
üstünde can verdi, sağ kalanlar ellerindeki para ile ne yapabilirdi. Döndüler,
dolaştılar, nihayet maden ocaklarına amele oldular. Bu da bir teselli idi, hem
kazanacaklar, hem de köylerinden ayrılmayacaklardı.
***
Ocak insan eriten bir makine gibi çalıştı. Maden ocaklarının yanında
taşları olmayan adsızların sonsuz mezarlığı uzadı gitti.
***
Baca hâlâ yarım. Çünkü daha sekiz on adam var ki topraklarını satmadılar.
Birikmiş servetlerini yiyip her şeyi olduğu gibi muhafaza ediyorlar.
Onlardan biri kötürüm, biri pehlivan, ötekiler delikanlılardı.
Nihayet mal sahiplerinin de ambarları boşaldı, kuyularında suları çekildi,
hayvanları öldü. Tatlı yenip tatlı konuşulan evler şimdi bir sinek vızıltısı,
bir hastanenin iniltili koridoruna ne kadar benziyordu. Sonunda açlık, sıcak
iklimlerin ormanları arasında eşinen kaplanlar gibi öteyi beriyi sarstı. Onlar
da topraklarını satmak istediler. Fakat kimse para vermedi.
Bir gün yedi köylüyü maden ocağı yolunda yan yana devrilmiş buldular. Bir
delikanlının göğsünden şu dilekçe çıktı:
Gümüşlü Kurşun Ocağı Müdüriyetine,
Efendim,
Boğazı tokluğuna maden ocağına kaydedilmemizi rica istirham eyleriz.
***
Artık üç köyde satılmadık toprak kalmadı. Yirmi, otuz bin dönüm araziye
hudut çekildi. Yeni arıklar açıldı, toprak gübrelendi ve fabrika bacası tekrar
yükseldi, hem o kadar ki, eski selvi onun yanında bir fidan gibi kaldı.
***
Üç köyün Yemen’de esarette bulunup köye dönen askerleri şaşırdılar. Çiftlik
kâhyası onları:
— Köy arıyoruz diye çiftlikte hırsızlık edeceksiniz. Burada köy, möy yok haydi…
geldiğiniz yere… Sizi açıkgözler sizi… Defolun, yoksa jandarmaya haber veririm,
diye başından savdı.
0 Yorumlar
BU KONU HAKKINDA FİKİRLERİNİ YAZMAK İSTER MİSİN?