Samipaşazade
Sezai
Kediler
Türk Dili-
Türk öykücülüğü
Samipaşazade Sezai Efendi, oyun, roman ve
öykü yazarıdır. KEDİLER isimli öyküsü Türk edebiyatının ilk modern
öykülerindendir. Kediler, 1892 yılında yayımlanan Küçük Şeyler isimli hikâye
kitabının içinde yer alan 7 hikâyeden biridir. Aynı eserde; Alphonse Daudet’den çevrilen Arlezyalı,
Düğün, Kediler, Bu Büyük Adam Kimdir? Hiç, Pandomima, İki Yüz Elli Kuruşa Bir
Asır hikâyeleri yer almaktadır. Biz Türk Dil Kurumunca neşredilen ve Türk Dili
Dil ve Edebiyatı Dergisinin Türk öykücülüğü özel sayısında yer alan Kediler
isimli öyküyü yazacağız.
KEDİLER
—Hanım!
—En son cevabını isterim. Ya ben, ya kediler?
—Kediler
— Kediler! Öyle mi? Demek ki otuz üç senelik bir refâkat-i yek-vücûdâne
neticesi, kelime-i uammâ’yi izdivacın hali, bu cevap oluyor.
Zavallı Koca!
Hareminin mutasarrıfe olduğu eve celb ve cem ettiği otuz kedinin ta’cîzât ve
tasdiâtından artık bizâr olmuştu. Evin içinde sâhib-ül-beytten ziyade bir
reviş-i âmirâne ile kuyruklarını kaldırıp, bu bedbaht kocaya bir nazar-i
istihfâf ve istihkaar atfederek dolaşan bu kirli hayvanât, kanapelerini istilâ
etmiş, koltuk sandalyalarında uyurlar, o senenin soğuk kışında, ısınmak için
yaktığı ateşin karşısında düşünürler, sofralarında, odalarında sâmia- hırâş
sesleriyle kavga ederlerdi. Günden güne etvâr-i küstâhânelerini artırarak
tekessür eden kediler, bu adama, evinde bir câ-yi tevakküf bırakmamağa
başladılar.
Bir sabah, gayet
erken uyanarak, kendi âleminde bir kahvaltı etmek için küçük odasına çekildiği
zaman, sokakta birtakım çocukların ağladığını işiderek pencereden dışarı baktı.
İskemleye kuûdunda
yüzünün iki nokta-i müntehâsı olan tepesiyle çenesi geriye doğru çekik, büyük
ve biraz fırlak gözleriyle bir arayıcılık hâli kesbeden yüzünü iki tarafa
döndürerek hayretle etrafına bakınıyordu. Zira kedinin biri ekmeğini çalmış,
diğeri sütlü kahvesini içmiş, öteki de fincanını kırmıştı. Kendi kendine ve
hayretle: "Kime meram anlatmalı?" diyordu.
Bir günlük mahsûl-i
mesâîsinin böyle mahv’ü heder olmasından teessürle başını eline dayıyarak
pencerenin önünde oturdu. İşte orada, duvarın altında, kahvesini içen, ekmeğini
çalan fincanını kıran, kendisini sabah keyfinden mahrum eden, velhasıl evinde
bütün rahat ve âsâyişini selb eyleyen kediler (...) ön ayaklarını ibtidâ
ağızlarına götürüp nisvâna mahsus bir tavr-i işvebâzâne ile yüzlerini
temizleyerek, safâ-yi hâtıra sabah kahvaltısını hazmetmekte ve öğle taâmına
hazırlanmakta idiler.
Sâhibet-ül-beyt
tarafından kendisine tercih olunan bu hayvânât-i müfterisenin ahvâl-i
lâkaydâneleri hiddetine dokunarak sofaya çıktı. Orada merdivenin orta
basamaklarında, bıyıkları,yüzü, başı siyah lekelere boyanmış beyaz kediyi görür
görmez:
— Kahvemi sen içtin,
fincanımı sen kırdın, öyle mi? diyerek odasından bastonunu alıp ayaklarının
ucuna basarak yavaş yavaş kedinin yanına sokuldu. Hazır eline fırsat geçmişken,
istediği gibi intikamını almak için bastonunu kaldırdı. Kedi kımıldıyor;
kaçacak. Değneği şiddetle üzerine indirir indirmez, serî-üs-seyr olan bu
afacan, hemen sıçrayınca, ayağı kayarak azîm bir gürültü ile merdivenlerden
aşağı yuvarlandı. Merdivenin altında kolunun sızlandığından şikâyet ederken
nîm-i dîğer- i mevcûdiyeti olan karısı karşısına çıkarak:
—Hiç kediye öyle
vurulur mu? Ya bir yeri kırılsaydı... deyince, zavallı herif şiddet ve
hiddetle:
— Ben sana şimdi gösteririm. diyerek odasına çıktı. Haremi de kendisini takip
ederek kemâl-i sükûnet ve mülâyemetle diyordu ki:
—Ne yapacaksın? Ne
yapabilirsin? Söyle de, ben de anlayayım!
— Ne mi yapabilirim?
Hükümet-i mahalliyyeye müracaat edeceğim. Senin kedilerinden sirkat-i me’kûlât,
gasb-i emvâl, taarruz-i mesken dâvasına kalkışacağım. Bakalım o zaman, bu
hırsızların, bu haydutların bir tanesini burada görebilir misin?
Paltosunu şapkasını
giydi. Kapıyı kıracak gibi şiddetle çekerek evden çıkıp gitti. Kaymakam
beyefendi meram anlamıyor. "Rossini" ahfâd-i kirâmından olan bu
mûsikî-şinâs talyalı, hürmet ve) adâlet ister.
Bu bedbaht koca,
(...) hiddetle Adalar kaymakamı beyefendiye:
— Herkesin karısının kaşına, gözüne, yürüyüşüne, giyinişine karışıyorsunuz da,
benimkinin şu münasebetsiz muhabbetine, şu muzır hayvanlarına niçin müdâhaleyi
reddediyorsunuz? Şikâyetiyle meyusâne evine avdet ediyordu.
Gece yarısı verdiği
bir karâr-ı kat’î üzerine sabahleyin erkenden kalkarak kendisine aid ne kadar
eşyası varsa bir sandığa vaz’ ile aşağıki taşlığa indirdi. Arkasına paltosunu,
başına şapkasını giyerek, iplerle bağladığı sandığının üstüne oturmuştu, işte o
zaman: "Ya ben, ya kediler?" sualini îrâd etmiş ve;
"Kediler!" cevâb-i me’yûsânesini almıştı.
Elveda!... Elveda!..,
Artık bir daha avdet etmemek üzere yola çıktı. Mahzun, mütefekkir bir hâl ile,
küçüklü büyüklü birtakım nisbetsiz evlerle dükkânların teşkil ettiği çarşıdan geçiyordu.
Sokağın ortasında, ayakları çıplak, elbiselerinin yırtık yerlerinden tenleri
görünür birtakım etfâi-i sefaletin haykırışarak oynadıklarını dalgın dalgın
seyrettikten sonra, galiba tesadduk etmek niyet-i aceze-perverânesiyle
ceplerini birer birer karıştırıp, yine galiba hiç bir şey bulamadığından yoluna
devam etti.
Hava güzel, rüzgâr
sâkit, Marmara lâcivert idi. Bir daha avdet etmeyecek. Bu mukarrer! 33 senelik
râbıta-i izdivaç kırılmış, artık yalnız başına kalmıştı. Şu yalnızlık müessir
değil mi?
33 seneden sonra her
yerde, her şeye karşı yalnız! Bu vâsi’ denize, bu dûrâdûr ufuklara karşı
yapayalnız!
Hattâ sema bile, o
lâcivert gözleriyle kendisine şefkat ve merhametle bakıyordu. Bir tarafı
kırmalar içinde kalmış mavi atlas gibi hafif surette mütemevvic deryâ, diğer
tarafı yeşil bir hamâil gibi yukardan aşağıya doğru sarkarak, renk ve
taravetlerini her mevsimde muhafaza eden çalılarla çam ağaçlarının fâsıla
verdiği bir yolu takip ediyordu. Tefekkürât-ı amîka içinde kaybolmuş bir hâl
ile, biraz deniz kenarına doğru meyledip, önünde balık avlamak için bir kedinin
sindiğini görünce, hemen yolunu değiştirerek yokuş çıkmağa başladı.
Saat ilerlemiş, öğle
tekarrüb etmişti. Evine bir daha avdet etmemek üzere verdiği karar kat’î idi.
Bu belli! Fakat öğle taâmını nerede edecek? Akşam nereye gidecek? Geceyi nerede
geçirecek?
Bir hayât-i müstakil,
bir karâr-i kat’î para ile olur. Halbuki kendisini sabah taâmına bile kifâyet
edecek parası yoktu. Hareminin ihzâr ederek şimdi sofranın üzerine koyduğu
sabah yemeğinin dumanı, gözünde tütmeğe başladı.
Denizin dalgaları
yavaş yavaş sahile çarptıkça, kendisine: "Git, git, haremine git!"
diyordu. Âlem-i tenhâîde hâl-i infirâdı arttıran horozların sedâ-yi
garîbâneleri, bulunduğu yere aksettikçe: "Git, git, haremine git!"
diyordu. Kiliseler öğle vaktini ilân için çan çalmağa başladılar.
O sükûn ve sükûnet
içinde uzaktan uzağa akseden çanlar, hep bir ağızdan bir âheng-i muttaridle:
"Git, git, haremine git!" sözünü tekrar ediyorlardı. Ayağa kalktı.
Geldiği yoldan yürümeğe başladı.
Galiba verdiği
karâr-i kat’îden nükûl etmişti. Çam ağaçlarının aralarında peydâ ve nihan
olarak evine doğru sür’atle avdet ediyordu. Mütefekkir bir çehre, müteessir bir
hâl ile evine giderek, refîkasına bir şey söylemeden odasına çıktı. Minderin
üzerine kapanıp da hıçkıra hıçkıra ağlamağa başlayınca, haremi, kemâl-i
nezâketle oda kapısını açarak:
— O kadar haykırarak
ağlama. Kedilerimi korkutacaksın! dedi.
0 Yorumlar
BU KONU HAKKINDA FİKİRLERİNİ YAZMAK İSTER MİSİN?