HALİKARNAS
BALIKÇISI
ALABANDADA
TÜRK HİKÂYE
ANTOLOJİSİ 1967 İSTANBUL S. 56-60
TÜRK DİLİ
DİL VE EDEBİYAT DERGİSİ S. 246-249
Cevat Şakir Kabaağaçlı veya tanınan
adıyla Halikarnas Balıkçısı 1926’dan
sonra deniz hikâyeleri ile tanındı. Engebeli ve zorlu bir yaşam hikâyesi
bulunan yazar buna rağmen hikâye ve roman dalında birçok eserler vermiştir. Eserlerinde
“Davut” ismi göze çarpmaktadır. Girit doğumlu olan yazar deniz aşığıdır.
Babasını öldürmesi sonucunda hapis yatmış ve yine hapis yıllarında da eserler
vermiştir. Hapis cezasının 7. Yılından sonra verem hastalığı neticesi ile
tahliye edilmiş ve aşığı olduğu Bodrum’a yerleşmiştir. Birçok dergilerde
yazarlık ve kapak tasarımcılığı yaparak geçimini sağlamıştır. Balıkçılık ve
turist rehberliği de yapmış olan yazar “Mavi yolculuk” fikrini ortaya atmış ve
bu sayede arkadaşlarıyla deniz yolculuğuna çıkmıştır.
Cevat Şakir Kabaağaçlı, Bodrum’un antik
çağdaki adı olan Halikarnas’ı mahlas isim olarak kullanmıştır.
ALABANDADA
Saç maşası satan adam güverte yolcularına
ait sancak kıç omuzluğunun alabandasında dinelmiş bağıra bağıra mallarını
methediyordu. Günün son turuncu ışığı sönmek üzere idi. Denizin
mavisi koyulaşmıştı. Dalga başlarından ise, çakmak çakılıyormuş gibi turuncu
kıvılcımlar uçuyordu. Ufkun üzerinde parıldayan akşam yıldızı gökte bir
gülüştü. Saç maşası satıcısının yüzünün yarısı turuncu yarısı açık menekşeydi.
Adam, doğrusu, söz kuvvetiyle satıyordu. Sözler burgaçlanarak ve köpürerek
ağzından şelâle halinde akıyordu. Etrafına halka olmuş çoğu erkekler ağızlarını
açmış dinliyorlardı. Satıcının anlattığına göre gözü kârda değildi. Kâr mı? ne
gezer efendim! Hatta ziyanına satıyordu. Kadınların en güzellerine saç maşası
sağlamak üzere işte vapura binip diyar diyar gurbette geziyordu. Onları
satmayacak, hediye edecekti.
Kendisi abur cubur satan alelâde bir
işportacı değildi. Hâşa efendim! Ona yüksekten gelen bir ses, ''Yürü ya kulum!
Git de bu maşaları güzellere sat!'' diye nida eylemişti, o da bu emir üzerine
yola çıkmıştı. On kuruş ziyanla beher maşayı yirmi kuruşa hediye ediyordu.
Zaten her isteyene hediye edemeyecekti. Çünkü elinde topu topu on beş tane
kadar kalmıştı. İsteyen alır, isteyen almazdı. Yapacağı iş sadece onlara almak
fırsatını vermekti.
Satıcının etrafında kalabalık halinde halka
olmuş erkekler arasında yalnız iki dişsiz ihtiyar kadın vardı. Adam konuştukça
ara sıra birbirlerinin yüzüne bakıp gülümsüyorlardı. Erkeklerin bazıları alaylı
alaylı bakıyor, bazıları kaşlar çatık, ciddiyetle dinliyorlardı. Yalnız halka
dışında gemi alabandasına şiltelerini sererek bağdaş kurmuş olan kadınlar
tepeden tırnağa kadar göz kulak olmuşlardı. Adamın yanında toparlak yüzlü bir
kadın oturuyordu. Oradan geçen bir Laz gemicinin tabirince, kadının sancak
tarafının saçları maşalarla kıvırcık kıvırcık edildiği için dalgalı, iskele
tarafının saçları için bonnaza sütlimanlık, yani düz. Adam maşaların bu
marifetine işaret ediyordu. Ve permanat için gidip boşu boşuna bir sürü para
vermemelerini, çünkü o maşalarla saçların istenildiği gibi kıvırcık ve bukle
edilebileceklerini söylüyordu.
Alabandada oturanlar arasında iki çiftçi de
vardı. Sabahtan beri birbirine ''maksullarının'' nasıl olduğunu, havayı,
yağmuru, kurağı tekrar tekrar sorup tekrar tekrar cevapladıktan sonra artık
söyleyecek lafları kalmamıştı. ''Bukle'' sözünü duyunca, onun, ''U''sunu
''O''ya çevirerek gevrek gevrek gülüşüyorlardı.
Saçlarının yarısı kıvırcık yarısı düz olan
kadın güya utanıyormuş gibi başını bir eğiyor, bir de sağa sola çeviriyordu.
Maksadı saçlarını dört tarafa göstermekti. Teskere alarak köylerine dönmekte
olan iki er yavukluları için birer maşa aldılar. Satıcı oradan ayrılınca dört
beş kadın teker teker giderek birer maşa aldılar.
Alabandada şiltelerin üzerine bağdaş kurmuş
olup da maşa satışıyla ilgilenmemiş olanlar arasında otuz beş yaşlarında bir
köy öğretmeni kadın vardı. Biraz önce annesinden fena halde dayak yemiş olan
sekiz yaşlarında bir yaramaz oğlanı teselliye uğraşıyordu. Çocuk ''Bu vapur on
para etmez, babamın upuzun direkli bir yelkenli gemisi var'' dedi ve bu
sözlerinin öğretmen kadında ne tesir yaptığını anlamak için ona dikkatli
dikkatli baktı.
Öğretmen elinden geldiği kadar hayret ve
hayranlıkla! ''Ah ne güzel!'' dedi. Oğlan ''Onun sahici direği, beyaz yelkeni
var, bu kara kara tüten pis baca gibi değil'' diye ilâve etti. Çocuk devamla
''Biz babamla Amerika'ya giderken balık tutarız. Bu vapur kadar balıklar!''
dedi ve bu sözlerinin öğretmene güzel tesir ettiğini görünce heyecanlandı...
Öğretmen çocuğun her söylediğine inanıyor gibi yapıyordu. Oğlanın yüzünde şanlı
işler görenlere has bir gurur parladı ve ''Gemi giderken biz hep rakı içeriz.
Bardakla değil doğrudan doğruya şişelerden içeriz. Şişeleri bir mil uzağa
atarız. Şişeler batar, hiç çıkmaz'' dedi. Öğretmen ''Aman ne güzel!'' diye
ellerini çırptı. Bu sefer çocuk öğretmene, bu peri midir melek midir, diye
düşünerek hayranlıkla baktı. Kadın cebinden çıkararak çocuğa bir avuç
şamfıstığı verdi. ''Rakım yok ama bak, bunları ben tuzladım. Belki hoşuna
gider'' dedi. Küçük yarı çekingen ve yarı hayran, fıstıkları yemeğe koyuldu.
Oğlan, doğrusu pek erken yaşında kadın kısmının entrikalarına ve tuzaklarına
uğruyordu. Fıstıkları çiğnerken göz ucuyla kadına baktı. İşte bu kadın o
akşamın pembeleşen ışığında gül gibiydi; gülümsüyordu. Annesi gibi çatık kaşlı
ve yaygaracı değildi. Oğlan kadına ''Sen evli misin?'' dedi. Öğretmen ''Hayır''
dedi. Oğlan memnun oldu. ''Ben büyüdüğüm zaman'' dedi. Kadın elini sallıyarak,
''Ona daha çok vakit var'' dedi. Çocuk, ''Eyi ya! ben büyüdüğüm zaman seninle evleneceğim''
dedi. Öğretmen güle güle çocuğa sarılarak öptü. ''Aman çok hoş olur. Aman seni
sözüne bağlı tutmayayım bari. Belki o zamana kadar fikir değiştirirsin!'' dedi.
Çocuk ''Ben büyüdüğüm zaman çok param olacak bir beygirim olacak, bir de
tüfeğim, arslan kaplan avlayacağım, sabahtan akşama kadar, dondurma, elma
şekeri ve kurabiye yiyeceğim'' dedi. Öğretmen, ''Hiç korkma onları ben
yaparım'' diye cevapladı. Öteki ''Elbette yaparsın, beraber yiyeceğiz... Kırk
tane oğlum olacak. Onlarla beraber oynayacağım. Ama bak kız çocuğu istemem!''
dedi...
Bunlar böyle konuşurken iki üç adım
ötelerinde Denizci Davut alabandaya dayanmış bir denize bakıyor ve sonra
gözlerini yukarıda birinci mevki güvertesinin parmaklığına göğsünü yaslayarak
ihtiyar İkinci Kaptan'la görüşen bir genç kıza çeviriyordu. Delikanlı o kadar
şiddetle ve hayranlıkla bakıyordu ki, kızı, dönüp kendisine bakmaya mecbur
ediyordu. Kız ona bakınca göz göze geliyorlardı... Davut gözbağcıymış gibi
kızın bakışını tutuyordu. Gözler birbirine bağlanıyordu. İkinci Kaptan mühim
bir şeyin vaki olmakta olduğunu anladı. Denizcinin gözünde ne merhamet ve ne de
arzu vardı. Fakat bunlardan çok daha derin ve engin bir şey vardı. Davut kızı
kendisini kabul etmeye zorluyordu. Bir güverte yolcusu, bir fukara olduğu için
değil, fakat o kız gibi bir insan olduğu için bakışı kızın en mühim tellerini
titretmekte olduğunu yaşlı kaptan sezdi ve bir bahane ile kızın yanından
ayrıldı. Kısa bir an için de olsa bu iki insan aynı çeşitten iki mahluk
olduklarını anladılar. İki kuş gibi ayrı dallarda oturup birbirine
bakıyorlardı.
Deniz seyahati her insanı az çok âdet
zincirinden ve her günkü hayat çemberinden dışarı fırlatır ve insan gönülleri
arasında büyük bir sempati akıntısı dolaştırır. İnsanlar gemiye birbirinin
yabancısı olarak binerler.
Aradan bir iki gün geçince yabancılık
duygusunun çoğu ortadan kaybolur. Şehirde ise birkaç eş dost müstesna insanlar
yabancı olarak doğdukları gibi yabancı olarak yaşar, yabancı olarak da ölürler.
Birdenbire Davut gülümsedi, kız da gülümsedi.
Bu, yabancılığı bir kenara atmak, tanışmak ve birbirini kabul etmekti. Belki de
aralarında cereyan eden şeyden cinsiyet farkının -yani birisinin erkek ve
ötekisinin dişi olmasının- payı vardı. Aralarında gözle görünmez kudretli bir
bağ peydahlanmıştı. Bu bağ sınıf, zenginlik, fukaralık gibi yeryüzünün bir sürü
mülâhazalarını aşıyordu. Bir an için Davut'un gözü kızın dudaklarına ve göğsüne
indi. Kadının farkına varmadan göğsünü kabartışı bir kendini verişti.
İhtiyar Kaptan salonun merdiveninden inerken
gemi kâtibine rastgeldi. Neden bilmedi fakat ona ''İnsan ne muammalı
mahluktur'' deyip geçti. Kâtip, acaba bizim moruk aklını mı oynattı diye başını
sallayıp işine gitti.
Teskere alıp köye dönerken yavuklularına saç maşası
almış olan erler, çocuğa bir avuç şamfıstığı vermiş olan köy öğretmeni kadın,
Denizci Davut ve birinci mevkideki kız artık ölünceye kadar, gelip geçmiş o
kısacık anı unutmayacaklardı. Ciddi ve mühim saydıkları bin bir hatırayla dolan
varlıklarına bu ufak tefek şeyler sanki cennetteki meleklerin geçer ayak
gönüllerine düşürmüş oldukları gülümsemelerdi.
0 Yorumlar
BU KONU HAKKINDA FİKİRLERİNİ YAZMAK İSTER MİSİN?