Pos bıyıklı ya da hep bıyıklı babalar vardı hatırlarsanız.
Çok değil daha çeyrek asır önce baba demek heybet demekti, saygı demekti.
Yorgunluktu diğer adı. Her baba yorgun dönerdi evine. Ve evine dönen her
babanın etrafında pervane olan çocukları olurdu. Kimi yastığını getirir, kimi
minderini sererdi babasının. Evinin!!hanımı saygıyla karşılardı bu yorgun
adamı. Ve yorgunluk “Selamun aleyküm” diyerek içeri girildiğinde kapıda
kalırdı.
Kimsenin olmadığı zamanlarda çocuklar için en iyi arkadaş
olan babaya, misafir yanında yaklaşmak dahi mümkün değildi. Bırakın yaklaşmayı
misafirin olduğu sofraya çocuklar oturamazdı bile. Öyle yan gelip yatmak yok,
babanın yanında çocuk olmak, komutanın yanındaki asker gibi olmaktı.
Şaka sevmeyen, çocuklarına “aşkım” diye konuşmayan babalar
vardı bir zamanlar. Öyle alttan alan değil, yukarıdan dik dik bakınca eli ayağı
kırılan çocukları olurdu bu babaların. Fakat sevgileri yüreklerinde gizliydi.
Gururlu, asil ve biraz da Osmanlı yiğitlerinden kalmaydı bu adamlar. Adamdılar…
Ya analar… Baba kadar sağlam, baba gibi güçlü, babanın dağı,
evinin kapısı, adam gibi kadınlardı bu analar. O zamanlar o analar şimdinin
rahmetlisi, teyzesi, ninesi olan bu yiğit kadınlardan kocalarına “aşkitom”
kelimesini asla duyamazdınız. Babalar da söylemezdi ya… Belki de aşk, dilde
değil yürekteydi o zamanlar.
Ataerkil bir toplumun yapısı yüzyıllar boyunca süregelmişti.
“Biz babadan böyle gördük” der ve babamız gibi olmaya çalışırdık. Rol model
denilen fakat bizde “babasına çekmiş yahut anasının kızı” deyimleri hep örnek
modeldi.
Sonra kızlarımız duygusallaştı. Annelerinin, ninelerinin
toprak damlı evde oturduklarını, ineklerin ve keçilerin bakımıyla
ilgilendiklerini, hatta belki de kendilerinin doğumunun tarlada olduğunu
unuttular. Ve zorlu bir hayat görmeden kolaya ve hazıra geldiler. Erkek
çocuklarımız soğuklarda yırtık ayakkabılarla okula gitmediler. Okullarda sıcaktı
evlerde. Yemekte hazırdı para da. Çocuklarımız “Aman hasta olmasınlar!” diyerek
büyütüldü. Hastalıklarında ise hemen hastaneye götürülerek ne olduğu bellisiz
farmokolojisi bilinmeyen ilaçlarla tedavi uygulandı. Ardından büyüdüler ve
annelerinden, babalarından başkalarına, gönül vermeyi öğrendiler. Başkalarını
sevip onlara aşık oldular. Oldular ama o aşklar da “yeni nesil”di. Ve çoğunun
içinde “smile”ler vardı. Ağlayan, gülen, şaşan, utanan smileler vardı ama
duygular yoktu.
Biz babalara gelelim. Kızlarına sarılamayan, eşlerine
kırılamayan babalara… Küsseler de, üzülseler de yüreklerinde gizleyen babalar…
Elleri nasır tutmuş, yürekleri pamuk gibi babalarımız vardı bir zamanlar.
Annelerimizin ellerini tutmaya dahi çekindiği o babalar kaldı mazide. Bir bakışı
ile dağları deviren babalar, çocuğu hasta olunca çaresiz ve için için ağlayan
babalar, bayram sabahında lastik ayakkabı aldığı çocuğunun sevinciyle mutlu
olan babalar… Mazide mi kaldı bunlar? Oysa şimdi çocuklar ne kadar da şanslı.
Bir dediği iki edilmeyen babalara sahipler. Ve şimdi çocuklar annelerini
babalarını yönetebiliyorlar. Emir veren mi dersiniz, kızanı mı dersiniz
bilmiyorum da büyükler küçüldü, küçükler büyüdü sanki. Neyse; geri dön zaman
desem o annelerimiz babalarımız dönerler mi geri? Bir bakışıyla torununun
yaramazlığını durdurabilir mi dede? Yahut gelinine sabah namazı “Kalk kızım”
diyebilir mi nineler?
0 Yorumlar
BU KONU HAKKINDA FİKİRLERİNİ YAZMAK İSTER MİSİN?