CENDERE
Veysel
ALTUNBAY
Sarı toprakların
ahengi bir müzikal gibi işlemişti yüreğime. Ötelerden koskoca Nemrut Dağı
öylece bakıyordu bize. Ben usulca yalnız devin yanına doğru gittim. Görkemli ve
vakur hali beni benden aldı desem, yalan olmaz. O ne bakıştı öyle, o ne duruş
ve o ne güç ki aniden heybetli sesi geldi kulaklarıma “Ey sen! Hoş geldin!” Bu
ses ondan geliyordu. Evet, evet! Fakat… Kendimi toparladım hızlıca ve bu büyüyü
bozmamak adına daldım hemen zaman geçişgâhına. İçeride yıllarca, yüzyıllarca
susmuş ve şimdi konuşmak için hazırlanan bir köprü vardı. Onu incitmeden üstüne
doğru yürüdüm. Konuşabileceğim ve anlayabileceğim yere gelince kendisi “Tamam,
burada dur. Buradan birbirimizi anlayabilir ve yıllarca susmuşluğumu
sunabilirim sana” dedi. Tarihin
sayfalarından çıkmışçasına her bir taşı birden “Hoş geldin” diye karşıladılar
beni. Bu ne büyük bir mutluluk, ne büyük bir şans ki tarihle konuşacaktım.
Yavaşça oturdum bir kıyısına. Ona;
-Ey, yüce Cendere, nasılsın?
- 1800 yıldır
buradayım. Dünya dönmekten ben de burada olmaktan yorulmadım. Anlayacağın şu
sırtımda gördüğün çocuklarımla beraber iyiyiz. Adın nedir? Kimsin?
-Adım Veysel… Veysel ALTUNBAY. Edebiyat çalışmaları ve kitap yazarlığı
yapmaktayım.
-Nice Veysel’ler
geldi geçti üzerimden. Kimi korku ile düşmandan kaçtı, kimi cesurca düşmanla
savaştı. Neyse… Muharrir Veysel Efendi, sen sor ben söyleyeyim, anlatayım sana
hayatımı.
-Bu, benim için mutluluk verir. Hemen sorayım
o zaman ilk sorumu. Ne zaman doğdun? Ya da yapıldın, hatırlıyor musun?
- Az çok
hatırlıyorum! İnsanın az, askerin çok
olduğu bir dönemdi. Günlerin uzun, hayatın kısa olduğu bir zamandı. Bundan
1800 yıl önceydi. İlk yıllarda bana
Septimius Severus adı konulmuştu. Ardından Chabinas dediler. Daha sonra bu
topraklara yerleşenler adımı söylemekte zorlanınca kimi Roma köprüsü dediler
kimi de altımdan geçen, can yoldaşım Cendere Çayı’nın adını verdiler. Biraz da
özelliklerimden bahsedeyim; 7 metre
genişliğinde, 30 metre yüksekliğinde ve 120 metre uzunluğundayım. Biri ana
kemer diğeri tahliye kemeri olmak üzere iki kemerden oluşmaktayım. Kemer
dediklerim öyle basit sıradan taşlar değildir; her biri tonlarca ağırlıktadır.
Muhteşem ve pürüzsüz yapılmışlardır. O zamanlar yapılan her şey gibi ben de
kusursuz ve muhteşemdim.
-Vay be! Çok ilginç. Peki, ilk kim inşa etti
seni biliyor musun?
- Biz köprüler bir
şeyleri bilmemiz için öncelikle ayaklarımızın dikilmesi gerekiyor. Ayaklarım
dikilip taşlarım konulmaya başlayınca anladım ki beni Roma İmparatoru Septimius Severus’un (MS 193-211) emriyle o tarihte
Samsat’ta karargâh kuran XVI. Lejyon tarafından inşa edildim. İlk başlarda 4 sütun vardı üzerimde. Ve öyle
sağlam ve görkemliydi ki görmeliydin.
-Ama şimdi 3 tane var. Diğerine ne oldu?
-İmparator
beni yapmaları için emir verdiğinde sütunun iki tanesi kendisi ve karısı adına,
diğer ikisi de oğulları Caracalla ve Geta için yapılmıştı. Geta o zamanlar
küçücük bir bebekti. Annesi Geta’yı benim yapılışımı izlemesi için getirir ve
ben de ona göz kırpardım. O geldiğinde onunla sohbet ederdim. Ağabeyi Caracalla’da gelirdi ama nedense o
çocuğu hiç sevmezdim. Annesine ve kardeşine karşı acımasız duygular içerisinde
olduğunu sezerdim. Sonra Geta ve annesi Julia Domna gelmez oldular. Askerlerden
duyduğuma göre İmparator ölmüştü. O asil Roma İmparatoru ölmüştü. Günlerce
üzüldüm. Çok sürmeden Geta’nın da öldüğü haberi geldi. Askerler kendi
aralarında konuşurken duydum. Daha 5 yaşındaki Geta’mı o sevmediğim ağabeyi Caracalla
öldürmüş. Bu acıya dayanacak gücüm kalmamıştı ki bir gün Caracalla koca bir
orduyla üzerime doğru geldi. Ve o korkunç günün emrini verdi “Yıkın Geta’nın
adına yapılan şu sütunu” diyerek yıktılar. Yıktılar ama anladım ki amacı taht
kavgası için kardeşini öldürüp onun adına hiçbir şey bırakmamak içinmiş. İlk
defa yalnız kaldığımı anladım. Geta benim en yakın dostumdu. Eğer o zamanlar
Geta yaşamış ve bu toprakların sahibi olmuş olsaydı bugün çok daha farklı bir
dünya olurdu. Zaten ondan sonra anladım ki, dünya iyilere kalmıyormuş…
-Haklısın Cendere. Ama gördüğüm kadarıyla
sana yine değer veren, senin için uzak yollardan gelenler var.
-Görüyorum.
Nice insanlar var benim için gelen. Hem şimdiki dönem insanları, tarihin
kıymetini bilenleri de yetiştirdi. O yüzden üzerimden araba geçişini
yasakladılar. Zaten ondan sonra rahatladım. Önce arabalar üzerimden geçiyor ve
beni bayağı yoruyordu. Sonra bir yetkili geldi ve “Arabaların tarihi bir
yapıtın üzerinden geçmesine izin vermiyorum. Burası 20 asırdır ayakta kaldıysa
bunu korumak da bizim görevimiz” diyerek şu ileride gördüğün yolu yaptırdı.
- Peki,
o dönemlerde bu kadar görkemli yapıyı nasıl yaptılar? Bizler şimdi beton, demir
kullandığımız halde senin kadar sağlam ve uzun ömürlü köprüler yapamıyoruz.
-Bu
zaman dediğin nankör bir zaman Veysel, insanlar eskisi gibi dürüst değil. 1800
yıldır buradan geçen insanlar toprak oldu, ağaç oldu, meyve oldu ve tekrar cana
can oldu ama insan, insan olarak kalamadı. Bak bir zamanlar bana yakın olsun,
arkadaş olsun diye karşıma bir köprü yapıldı. O köprü ayakları üzerinde
titremeye başladı, kimse görmedi. Üzerindeki betonlar döküldü yine gören olmadı
ve nihayet yıkıldı. Anladım ki onu yapanlar para için yapmıştı. Ama beni
yapanlar insanlık için yaptılar.
-Bildiğim kadarıyla her biri 10 ton
ağırlığında olan 92 ayrı kayadan yapmışlar seni. Peki, bunları nasıl taşıdılar,
nasıl bir teknik izlediler?
-Az
önce de dediğim gibi Muharrir Efendi, Samsat’ta ki karargâhta bulunan XVI.
Lejyon tarafından inşa edildim. Roma döneminin en önemli özelliği lejyonlardı.
Lejyonlar ise paralı askerlerden oluşan büyük askeri birliklerdi. Yalnız,
buradaki işin sırrı şu; Lejyonlar ister 5 askerden ister de 1000 askerden
oluşsun hepsinin ortak özelliği tek bir asker gibi hareket edebilme yeteneğinin
olmasıydı. Zaten Roma’yı bu denli güçlü yapan en büyük etkenlerden birisi de
budur. O yüzden o tonlarca ağırlıktaki kayalar yüzlerce asker tarafından
kolaylıkla taşındı. Bu, bir kişinin yerden taş alması kadar kolaydı. Sonuçta önemli
olan yüzlerce askerin bir kişi gibi hareket edebilmesi de önemli bir askeri
yetenekti. Romalılar bunu başardı ve bu sayede çok büyük ve çok önemli eserler
yaptı.
-Kullandıkları malzemeler var mıydı?
-Elbette
vardı. Sen dahi buraya bir araçla geldiysen onlarda da çok önemli araçlar
vardı. Ayrıca araç insanoğlu var olduğundan beridir var. Sincik yakasındaki
ayaklarım yapılırken yüzlerce asker önce yağlı tahtalardan sürükleme yolu kurdular.
Bazı askerler defalarca örülmüş halatlar kullandılar. Tonlarca kireç ve sönmüş
lav külleri dahi kullanıldı.
-Ah Cendere, ben gitmek zorundayım. Yine
geleceğim ve yine seni göreceğim. Eğer ölmezsem bundan emin olabilirsin. Benden
son bir isteğin var mı?
-Senden
değil ama insanlardan isteğim var; Buraya akarsuya yüzmek ve piknik yapmak için
gelen insanlar lütfen etrafı pislik ve çöplük halde bırakmasınlar. Benim
asırlardır ayakta kalan varlığıma değilse bile şu akan suda yaşayan canlılara
ve kendilerinden sonra gelecek nesillere temiz bir ırmak, temiz bir doğa
bıraksınlar. İçinizde bu konuda hassas olan insanlar da var. Mesela; Kâhta
Gençlik Merkezi üyesi 20 genç buraları gönüllü olarak temizliyor. Fakat biz
tarihe meydan okuyan yapılar bilirler ki İnsanlığın kurtuluşu temiz olmaktır.
Temizlik insanlığın değil dünyanın kurtuluşu olacaktır. Buna duyarlı insanlara
ulaşmanı isterim sevgili Veysel… Geldiğin için de çok teşekkür ederim.
-Sen bizim için tarihi bir mücevhersin ey
Cendere! Hoşça kal… Yine geleceğim.
Sırtımı
dönüp ağır aksak adımlarla ilerlerken aklımdan geçen sadece “Bu bir rüya
değildi” oldu. Tarihin ve tarihten günümüze ulaşan bu güçlü yapıları günümüzün
köprüleriyle karşılaştırdığımda Cendere’nin ne kadar haklı olduğunu gördüm. Ne
demişti Cendere “onu yapanlar para için
yapmıştı. Ama beni yapanlar insanlık için yaptılar.”
0 Yorumlar
BU KONU HAKKINDA FİKİRLERİNİ YAZMAK İSTER MİSİN?