ESKİ MARAŞ - VEYSEL ALTUNBAY

 


.

Levent marka minibüsleri bilir misiniz ya da hatırlar mısınız? Ben o minibüse binip gezmeye giden babaannemin ardından ağladığımı hatta arkasından taş attığımı hatırlıyorum. O zamanlar Kayabaşı mahallesinin çocuk bahçesi tarafında bulunan gazozhane binasına kadar koşmuştum. Kapkara egzoz dumanı arasında minibüs kaybolmuş ve ben de çaresiz geri dönmüştüm. 

Kayabaşı’nın eski belki de en eski müdavimlerinden olan Nazik Teyze’nin evinde oturuyorduk.  Dar sokaklı, taşlı yolları bulunan bir sokaktaydı evimiz. Tahta kapıdan içeri girdiğimizde yine tahta merdivenlerden tahta tabanlı evimize girerdik. İçeri de balkon gibi bulunan ve onun da tahtadan yapılmış korkulukları arasında başımı sıkıştırmışım.  O aradan tekrar çıkmak isteyip çıkamamanın verdiği korkuyla olsa gerek ki sesime gelen annem uzun uğraşlar neticesinde ve belki de tahtayı kırarak beni kurtarmıştı.

O zamanlar mesire alanlarını, eğlence mekânlarını avm denilen zaman hırsızlarını bilmezdik. Aslında hiç kimse bilmezdi. Koca şehirde iki yer vardı; Biri kale diğeri fuar. Fuar ise sadece yılın 8. ayında açılır ve sadece 1 ay süreli olurdu. Kale ise her daim insanların gidebileceği ve dışarıdan gelen misafirler için de gezilebileceği en güzel yerdi. En güzel diyorum çünkü o zamanlar kalenin burçları üzerinde yürüyebilmek ve şehrin kuşbakışı izlenmesine imkân veren yüksekliği ile unutulmaz bir manzara sunardı. Kalenin küçük bir tabya üzerinde bayrak direğinin altında bulunan ve Maraş’ın simgesi, Maraş’ın resmi, Maraş’ın gururu olan direğe sarılmış aslan heykeli dikkatimizi çekmez belki de değerini bilmezdik ya da çok önceleri vardı da heybeti hala devam ediyordu.

Şehrin içerisinde Levent marka minibüslerin yanında yeni yeni Margurus denilen minibüslerde görülmeye başlandı. Annemle bir yere gidecek olsak bu minibüse binmeyi tercih ederdik. Küçük bir şehirdi Maraş o zamanlar ve Kayabaşı çocukluğumun adının saklı kaldığı sıradan bir mahalleydi. Oysa ne o Maraş, ne de o mahalle acılarını dışa vuramayan bir aslan gibi sessizce günden güne değişen ve belki de ihtiyarlayan nesilleri izliyordu sessizce.

Çoğunuz bilirsiniz Çarkçı’yı. Ben de biliyorum. Hem de elinde çark makinesi ile sokak sokak gezdiği o dönemleri dahi. Annemin verdiği bıçakları keskinletmek için peşinden koşup “Çarkçı abiii” diye seslenip yanına varırdık. Bıçakları çevirdiği çarka sürterek çıkardığı ses içerisinde kaybolurduk. Bazen sürtünme neticesinde küçük çıngıların çıkışı yüreğimizde heyecana neden olurdu. Parasını verip bıçaklarımızı alıp doğruca eve koşardık. Koşardık ama kapıya kadar gelip “Anneee bıçakları al” der ve cumba altında bir yere bırakır oynamaya giderdik.  Gazozhane tarafı bizim için oyun alanıydı. Belki çocuk bahçesine dahi giderdik… Bilmiyorum.

Nazik Teyze demiştim ya; O’nun bir de o zamanlar engelli bir oğlu vardı ve adı Ömür’dü. Ömür’ün de bizimle oynamasını sokağa çıkmasını çok isterdim. Ama o yataktan dahi çıkamayacak kadar engelliydi. Aslında amacım Ömür’ün oynaması bizimle olması değildi. O zamanlar o muhitte oturan kulağı kesik bir genç vardı. Ne zaman onu görsem “Kulaksızz” der üstüne bir de sille yerdim. Ömür’ü de işte bu yüzden isterdim ki suçu ona atıp o gün dayak yemekten kurtulmak içindi.

Annem bakkala gönderir “iki ekmek al” derdi. Bakkala gitmek her çocuk gibi benim içinde eziyetti ama bizi bakkala çeken bir sihir vardı o zamanlar “Bakkal kokusu”. İçeriye girdiğiniz anda açıkta bulunan ve şimdiki gibi dolap içerisinde muhafaza edilmeyen peynirler, ballar, yumurtalar ve envai çeşit gıdaların o müthiş kokusu sarardı etrafımızı. O koku isimsiz ama yıllarca hafızaların en hazin hatırasını canlı tutan ve nice zihinlerde nedensiz mutluluğa sebep olan bir kokuydu. Buram buram geçmiş kokardı.

Hatırlıyorum da hemen hemen 90’lara kadar şehirlerde, köylerde Osmanlının eserlerine, yaşam biçimine rastlanırdı. Evler ahşaptan ve müstakildi genelde. Tahta kapılarında iki tokmak bulunur ve her evde muhakkak gaz lambası olurdu. Duvara asılan bu gaz lambaları elektriğin olmadığı zamanlarda yakılır ve gölgelerin duvara yansıyan heyulalarını zihnimizde canlandırırdı.  Her mahallenin bir de bekçisi vardı. Gecenin bir saatinde düdük sesleri gelir ve bekçiler kendi aralarında “vukuat yoook!” der gibi öttürürlerdi düdükleri. Sokaklarda o sıralar asker ve polislerde gezerdi. Askerleri ve polisleri gören çocuklar korkuyla eve kaçar, büyükler dahi temkinli olurlardı.

Sabahları “Simitçiiii!” sesi ile uyanırdık. Annem simit alırsa en mutlu sabah o sabah olurdu. Ne büyük bir zenginlikti sabah yemeğinde! Simit yemek. Sofra kalksa bile çay devam ederdi. Babaanneme çay veren annem krom bardak içerisine su koyar onun da içine çay bardağını koyar ve bana da öyle verirdi. Tahta sedir mi dersiniz somya mı dersiniz bilmem de kanepelerden kat kat sağlam ve konforlu olan somya üzerine çıkar çayımı içerdim.

Kayabaşı… Belki de bu şehrin en hazin fakat en içten yaşanılan mahallesi olmuştu. Evleri, çıkmaz sokakları, pencerelerin önündeki sardunya ve menekşe çiçekleri ve en önemlisi külhanbeyleri ile çocukluğumun mahallesi olmuştu. O abilerin gece kavgaları, bekçilerin adam kovalamaları ve geceyi yırtan silah sesleri yahut gündüz cıvıl cıvıl çocuk sesleri, radyonun sesini fazla açan Nazife Abla’nın şarkı mırıldanmaları ve Kız Meslek Lisesine giden kızları izleyen yağız delikanlıları…

Sonra o mahalleden taşındık. Yine çocukluğumun ve çocuklukların doya doya yaşandığı bir yere geldik. Burası da çocuklar akşam oluncaya kadar eve girmeyen, sokaklarda oyunlar oynayan çocuklarla doluydu. Asfalt yolların çok az olduğu, arabaların yavaş yavaş çoğaldığı bir zamandı. Dar akşam saatlerinde bile merak edilmeyen, sokağa güvenen ve güvenilen bir zamandı. Ne çocuk kaçırılma ne de kaybolma korkusu taşımazdı büyüklerimiz. Bir sokağımız bir de masmavi gökyüzümüz vardı.

Sonra… Sonra büyüdük birden bire. Aniden koptu komşuluklarımız, tahta kapılarımız soğuk demirlere dönüştü ve ardından çocuklarımızı tek başına bile okula gönderemez olduk. Korkar olduk kendimizden başka herkesten. Güvenimiz kalmadı yeni zamana.  Şehir büyüdü, mesire alanları ile doldu ama yapayalnız kaldık. Tek tük olan evlerimizin etrafı başka evlerle daha sonra yüksek binalarla çevrildi. Biz büyüdük ama büyüdükçe küçücük kaldık bu yeni zamanda. Ne o mis kokulu bakkallar kaldı etrafımızda ne de açıktan satılan gofretler. Minik minik poşetlerde satılan ekşi ve leblebi tozları damağımızda kaldı sadece. Bilmiyorum işte, geri dön zaman desem gelir mi geriye? Getirir mi kendiyle götürdüğü annemi babamı babaannemi ve soğan dürümü yaptığımız ekmeği?

               

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Close Menu