.
Levent marka minibüsleri bilir misiniz
ya da hatırlar mısınız? Ben o minibüse binip gezmeye giden babaannemin ardından
ağladığımı hatta arkasından taş attığımı hatırlıyorum. O zamanlar Kayabaşı
mahallesinin çocuk bahçesi tarafında bulunan gazozhane binasına kadar
koşmuştum. Kapkara egzoz dumanı arasında minibüs kaybolmuş ve ben de çaresiz
geri dönmüştüm.
Kayabaşı’nın eski belki de en eski
müdavimlerinden olan Nazik Teyze’nin evinde oturuyorduk. Dar sokaklı,
taşlı yolları bulunan bir sokaktaydı evimiz. Tahta kapıdan içeri girdiğimizde
yine tahta merdivenlerden tahta tabanlı evimize girerdik. İçeri de balkon gibi
bulunan ve onun da tahtadan yapılmış korkulukları arasında başımı
sıkıştırmışım. O aradan tekrar çıkmak isteyip çıkamamanın verdiği korkuyla
olsa gerek ki sesime gelen annem uzun uğraşlar neticesinde ve belki de tahtayı
kırarak beni kurtarmıştı.
O zamanlar mesire alanlarını, eğlence
mekânlarını avm denilen zaman hırsızlarını bilmezdik. Aslında hiç kimse
bilmezdi. Koca şehirde iki yer vardı; Biri kale diğeri fuar. Fuar ise sadece
yılın 8. ayında açılır ve sadece 1 ay süreli olurdu. Kale ise her daim
insanların gidebileceği ve dışarıdan gelen misafirler için de gezilebileceği en
güzel yerdi. En güzel diyorum çünkü o zamanlar kalenin burçları üzerinde yürüyebilmek
ve şehrin kuşbakışı izlenmesine imkân veren yüksekliği ile unutulmaz bir
manzara sunardı. Kalenin küçük bir tabya üzerinde bayrak direğinin altında
bulunan ve Maraş’ın simgesi, Maraş’ın resmi, Maraş’ın gururu olan direğe
sarılmış aslan heykeli dikkatimizi çekmez belki de değerini bilmezdik ya da çok
önceleri vardı da heybeti hala devam ediyordu.
Şehrin içerisinde Levent marka
minibüslerin yanında yeni yeni Margurus denilen minibüslerde görülmeye
başlandı. Annemle bir yere gidecek olsak bu minibüse binmeyi tercih ederdik.
Küçük bir şehirdi Maraş o zamanlar ve Kayabaşı çocukluğumun adının saklı
kaldığı sıradan bir mahalleydi. Oysa ne o Maraş, ne de o mahalle acılarını dışa
vuramayan bir aslan gibi sessizce günden güne değişen ve belki de ihtiyarlayan
nesilleri izliyordu sessizce.
Çoğunuz bilirsiniz Çarkçı’yı. Ben de
biliyorum. Hem de elinde çark makinesi ile sokak sokak gezdiği o dönemleri
dahi. Annemin verdiği bıçakları keskinletmek için peşinden koşup “Çarkçı abiii”
diye seslenip yanına varırdık. Bıçakları çevirdiği çarka sürterek çıkardığı ses
içerisinde kaybolurduk. Bazen sürtünme neticesinde küçük çıngıların çıkışı
yüreğimizde heyecana neden olurdu. Parasını verip bıçaklarımızı alıp doğruca
eve koşardık. Koşardık ama kapıya kadar gelip “Anneee bıçakları al” der ve
cumba altında bir yere bırakır oynamaya giderdik. Gazozhane tarafı bizim
için oyun alanıydı. Belki çocuk bahçesine dahi giderdik… Bilmiyorum.
Nazik Teyze demiştim ya; O’nun bir de o
zamanlar engelli bir oğlu vardı ve adı Ömür’dü. Ömür’ün de bizimle oynamasını
sokağa çıkmasını çok isterdim. Ama o yataktan dahi çıkamayacak kadar
engelliydi. Aslında amacım Ömür’ün oynaması bizimle olması değildi. O zamanlar
o muhitte oturan kulağı kesik bir genç vardı. Ne zaman onu görsem “Kulaksızz”
der üstüne bir de sille yerdim. Ömür’ü de işte bu yüzden isterdim ki suçu ona
atıp o gün dayak yemekten kurtulmak içindi.
Annem bakkala gönderir “iki ekmek al”
derdi. Bakkala gitmek her çocuk gibi benim içinde eziyetti ama bizi bakkala
çeken bir sihir vardı o zamanlar “Bakkal kokusu”. İçeriye girdiğiniz anda
açıkta bulunan ve şimdiki gibi dolap içerisinde muhafaza edilmeyen peynirler,
ballar, yumurtalar ve envai çeşit gıdaların o müthiş kokusu sarardı etrafımızı.
O koku isimsiz ama yıllarca hafızaların en hazin hatırasını canlı tutan ve nice
zihinlerde nedensiz mutluluğa sebep olan bir kokuydu. Buram buram geçmiş
kokardı.
Hatırlıyorum da hemen hemen 90’lara
kadar şehirlerde, köylerde Osmanlının eserlerine, yaşam biçimine rastlanırdı.
Evler ahşaptan ve müstakildi genelde. Tahta kapılarında iki tokmak bulunur ve
her evde muhakkak gaz lambası olurdu. Duvara asılan bu gaz lambaları elektriğin
olmadığı zamanlarda yakılır ve gölgelerin duvara yansıyan heyulalarını
zihnimizde canlandırırdı. Her mahallenin bir de bekçisi vardı. Gecenin
bir saatinde düdük sesleri gelir ve bekçiler kendi aralarında “vukuat yoook!”
der gibi öttürürlerdi düdükleri. Sokaklarda o sıralar asker ve polislerde
gezerdi. Askerleri ve polisleri gören çocuklar korkuyla eve kaçar, büyükler
dahi temkinli olurlardı.
Sabahları “Simitçiiii!” sesi ile
uyanırdık. Annem simit alırsa en mutlu sabah o sabah olurdu. Ne büyük bir
zenginlikti sabah yemeğinde! Simit yemek. Sofra kalksa bile çay devam ederdi.
Babaanneme çay veren annem krom bardak içerisine su koyar onun da içine çay
bardağını koyar ve bana da öyle verirdi. Tahta sedir mi dersiniz somya mı
dersiniz bilmem de kanepelerden kat kat sağlam ve konforlu olan somya üzerine
çıkar çayımı içerdim.
Kayabaşı… Belki de bu şehrin en hazin
fakat en içten yaşanılan mahallesi olmuştu. Evleri, çıkmaz sokakları,
pencerelerin önündeki sardunya ve menekşe çiçekleri ve en önemlisi
külhanbeyleri ile çocukluğumun mahallesi olmuştu. O abilerin gece kavgaları, bekçilerin
adam kovalamaları ve geceyi yırtan silah sesleri yahut gündüz cıvıl cıvıl çocuk
sesleri, radyonun sesini fazla açan Nazife Abla’nın şarkı mırıldanmaları ve Kız
Meslek Lisesine giden kızları izleyen yağız delikanlıları…
Sonra o mahalleden taşındık. Yine
çocukluğumun ve çocuklukların doya doya yaşandığı bir yere geldik. Burası da
çocuklar akşam oluncaya kadar eve girmeyen, sokaklarda oyunlar oynayan
çocuklarla doluydu. Asfalt yolların çok az olduğu, arabaların yavaş yavaş
çoğaldığı bir zamandı. Dar akşam saatlerinde bile merak edilmeyen, sokağa
güvenen ve güvenilen bir zamandı. Ne çocuk kaçırılma ne de kaybolma korkusu
taşımazdı büyüklerimiz. Bir sokağımız bir de masmavi gökyüzümüz vardı.
Sonra… Sonra büyüdük birden bire. Aniden
koptu komşuluklarımız, tahta kapılarımız soğuk demirlere dönüştü ve ardından
çocuklarımızı tek başına bile okula gönderemez olduk. Korkar olduk kendimizden
başka herkesten. Güvenimiz kalmadı yeni zamana. Şehir büyüdü, mesire
alanları ile doldu ama yapayalnız kaldık. Tek tük olan evlerimizin etrafı başka
evlerle daha sonra yüksek binalarla çevrildi. Biz büyüdük ama büyüdükçe küçücük
kaldık bu yeni zamanda. Ne o mis kokulu bakkallar kaldı etrafımızda ne de
açıktan satılan gofretler. Minik minik poşetlerde satılan ekşi ve leblebi tozları
damağımızda kaldı sadece. Bilmiyorum işte, geri dön zaman desem gelir mi
geriye? Getirir mi kendiyle götürdüğü annemi babamı babaannemi ve soğan dürümü
yaptığımız ekmeği?
0 Yorumlar
BU KONU HAKKINDA FİKİRLERİNİ YAZMAK İSTER MİSİN?