Siz
ilk insanoğlunun mesleğini bilir misiniz, yani ilk insan, ilk peygamber ve
insanlığın babasının mesleğini? Karısı
Hz. Havva terzidir. Yani öyle bizlere anlatılan incir yapraklı kişiler
değildir. Kocası Hz. Âdem ise çiftçidir. Diploması yoktur ama ziraat
mühendisidir. Toprağın kıymetini bilen, toprağa sevgi ile yaklaşan birisidir.
Hz. Âdem toprağa ana derdi. Çocuklarına da toprak sevgisini işlerdi. Toprak her
şeydi. Çeşitli tohumlar üzerinde deneyler yapmış cennette gördüğü ağaçlar gibi
bahçeler üretmiştir. Hz. Âdem akşama kadar çalışıp elde ettiği mahsulü eve
getirip çocuklarıyla paylaşmıştır. Yaşadıkça yeni alanlar keşfetmiş ve çığ gibi
artan çocuklarıyla beraber çalışmaya devam etmiştir. Allah’ın ömür tecellisi
ona yüzlerce yıl yetecek bir ömür vermiş ve o da çocuklarıyla mutlu mesut
yaşamıştır.
Hz
Adem akşamları çocuklarını başına toplar onlara cennette yaşadıklarını, şeytana
nasıl uyduklarını anlatır; “Aman ha yavrularım, siz siz olun nefsinize uymayın.
Şeytan sizi nefsinizden yakalarsa yakanızı bırakmaz.” diye öğütler verirdi.
Karısı Hz. Havva ise suçluluk içerisinde konuyu kapatması için kocasına
“Çocukları korkutma, ne o öyle şeytan falan” diye kızar ardından da
çocuklarının yataklarını hazırlardı. Çünkü cennetten kovulmaya asıl kendisi
sebep olmuştu. Öyle ki bir gün el ele cennette gezerlerken bir elma görmüşler
ve yemelerinin yasak olduğunu bildikleri halde Hz. Havva kocasına ısrarla
yiyelim demiş. Hz. Adem yok, olmaz, günah dese de Hz. Havva’yı kıramamış “Tamam
ama bak kimseye söylemek yok” diyerek ilk günahı, ilk haramı işlemiş oldu.
Allah’u Teâlâ ikisini de yaptıkları bu hatadan dolayı dünyaya göndererek
cezalandırmıştır. Ardından gözlerini Sri Lanka’da açmışlardır. Tabi pişmanlığın
biri bin para ama artık olan olmuş dünyada yaşamaya çalışmışlardır.
Günler
geçiyor, geçtikçe evin nüfusu artıyordu. Deyim yerindeyse Hz Âdem ceketini atsa
Hz. Havva hamile kalıyor ve git gide çocuklarının sayısı artmaya başlıyordu.
Uçsuz bucaksız bir dünya olmasına rağmen artık bulundukları bölge onlara dar
gelmeye başlıyordu. Çocukların birbiriyle olan sürtüşmeleri, tartışmaları hızla
artıyordu. Tarladan yorgun argın gelen Hz. Âdem, bu kadar cangamaya tahammül
edemez olmuştu. Çocuklarının hemen hemen hepsi kız çocuğu olduğu için bir şey
de yapamıyordu. Allah’tan ağabeyleri Habil ve Kabil vardı da onlar bazen
kardeşlerine kızıyorlardı. Habil ve Kabil demişken şunu da aktaralım; Hz. Havva
en çok Habil’i severdi. O zeki akıllı ve çok yakışıklı bir çocuktu. Çocuk
dediğime bakmayın o zamanlar yaklaşık 200 yaşında tığ gibi bir
delikanlıydı. Babasına en çok sahip
çıkan, annesini seven Habil olmasına rağmen ağabeyi Kabil ise tam tersi inatçı,
yalaka ve kıskanç biriydi. Sırf bu yüzden babasına yaranmak için o da
çiftçilikle meşgul olurdu. Babasına ektiği tarlaları, toprağı sürdüğünü,
anlatır anlatır bitiremezdi. Hz. Âdem işi bildiği için ve oğluna sözünün
geçmeyeceğini de bildiğinden dolayı “aferin” der başından savardı.
Günler
geçmiş Kabil evlenmek istemişti. Anne ve babası bu inatçı oğlanı evlendirmek
için hazırlıklar yapmıştı. Fakat bir sorun vardı; Kabil ısrarla kendisiyle aynı
batında doğan kızı istiyordu. Habil ise bunun yanlış olduğunu, illa evlenecekse
başka batından başka bir kızı seçmesini söylemişti. Kabil aynı batın kızı
inatla istiyordu. Nuh diyor peygamber demiyordu. O gün aralarında şiddetli bir
tartışma çıkmıştı. Habil, bunun böyle olmayacağını en doğrusunun Allah’a kurban
verilip kimin kurbanı kabul olursa onun dediği gibi olmasına karar verildi.
Nitekim Kabil tarlasından bir tutam buğdayı alıp adak dağına bırakırken, Habil
en güzel koçu alıp dağa bıraktı. Allah Habil’in kurbanını kabul etti. Bunun
üzerine Kabil sinirlenip küplere bindi, resmen delirdi. Kardeşine “Bittin sen…
Seni öldüreceğim. Benden kurtuluşun yok. Senin yüzünden hem Allah ile hem de
ailemle aram açıldı. Bunca toprağımı, bunca emeğimi kıskandığın için sen beni
çekemedin.” diyerek tehditler savurdu. Allah’a inanan ve Allah’ın takdirine
boyun eğmeyi bilen Habil “Canın sağ olsun. Allah en doğrusunu bilir.” diyerek
tevekkül etti. Etti ama Kabil onu öyle bir yerde öldürdü ki zavallı Habil genç
yaşında ağabeyinin kinine kurban gitti. Kardeşini öldüren Kabil ise ne
yapacağını şaşırdı, bin pişman oldu. “Keşke kardeşimi öldürmeseydim, Allah’ın
da artık yanında bir değerim kalmadı.” diyerek gözyaşları dökmüş ise de o hırsı
uğruna bir kere katil olmuştu. O gün kardeşini toprağa gömdükten sonra geri
döndü ve “Ah, kardeşim. Ben nefsime uydum. Keşke şeytana değil de sana
uysaydım. Şimdi kara topraklardasın” diyerek gözyaşı döktü. Babasının
korkusundan o gece eve gitmedi. Anne ve babası çocuklarını merak etmişler her
yerde onları aramaya başlamışlardı ama nafileydi. Gecenin bir yarısında Kabil
göz koyduğu kız kardeşinin yanına vardı. Onu alıp kaçacağını söyledi. Diğer
kardeşlerinden birine de babalarının merak etmemesi ve peşine düşmemesi için
olan biten her şeyi anlattı. Sonra göz koyduğu kızı alıp uzaklara kaçtılar.
Kabil gittiği yerlerde kendine bir şehir kurdu. İlk işi mesleği üzerine
atılımlar yapmak oldu. Tarımı geliştirdi. Çocukları oldu. Çocuklarının hepsine
tarımı, tohumu, bitkileri öğretti. Onlar da babalarından kalan bu mirası daha
da geliştirdi. Kimi buğday ekti, kimi ağaç dikti. Günümüze değin gelen toprak
aşkının fidanını bu sayede dikmiş oldular.
***
Hikâyemiz
cinasladır. Kastımız insanoğlunun anası olan toprağın kıymetini aktarmaktır.
Hz. Âdem topraktan yaratıldı, Kabil, kardeşini toprağa gömdü, geçimlerini ve
yaşamlarını topraktan elde ettiler, toprak sadece vatan değil aynı zamanda
hayat da demekti. İlk insanın ilk işi toprağı kullanmak oldu. Vatan denilen
belirli toprak sathının bulunduğu bölgeler için milyarlarca can verildi.
“Toprağa sahip olan geleceğe de sahip olur” düşüncesiyle savaşlar yapıldı.
Bunca
cefa bir avuç için toprak için miydi? Evet… O zamanlar öyle idi. Şimdi ise
beton dökmek, tarım arazilerini öldürmek ve geleceği şimdiden para kasalarının
içinde saklamak için ele geçirilecek bir hazineye döndü. Toprağını kaybeden bir
millet köle olmaya mecburdur.
0 Yorumlar
BU KONU HAKKINDA FİKİRLERİNİ YAZMAK İSTER MİSİN?