SUSUZ KIŞ - VEYSEL ALTUNBAY

Veysel Altunbay'ın yazdığı " Gizli Oda" kitabında yer alan "Susuz Kış" isimli öykü suyun önemini ve kullanımını anlatan ve gelecekte suya hasret kalmanın zorluklarını 2076 yılından günümüze aktaran bir öyküdür.  




{

 

Varlığında kıymeti olmayanın

yokluğunda değerini sorgulamak

geç kalınmış bir

pişmanlıktır.

 

{



 

 

 

SUSUZ KIŞ

 

 

UMUT DEDE havaların sıcak olmasından bunalmış kuru ve bakımsız bahçesinde yaptığı küçük çardağın altında dinleniyordu. Ziyaretine sık sık, aşırı sıcaklardan okula gidemeyen çocuklar geliyordu. Umut Dede’nin yaşadıkları çocuklara bir masal gibi gelse de anlattıkları çocuklar için birer hayat dersi gibiydi. Belki de bu yüzden olsa gerek ki çoğu zaman bu sohbete çocukların babaları da katılıyor “canlı tarih” gördükleri Umut Dede’yi pürdikkat dinliyorlardı.

 Çardak altında gölgelenen Umut Dede, cebinde taşıdığı “cep news” isimli küçük bir cihazdan haberleri izlemeye başladı. Haberleri sunan orta yaşlı bir profesördü. Ekrana yansıyan hologram üzerindeki yazıları okuyarak, “2076 yılının en sıcak kış ayı kapıda. Özellikle yaşlılar ve çocuklar izotonik mendil kullanmadan dışarıya çıkmaması gerekiyor. Mümkün olduğunca suları kaynatıp kullanınız. Önümüzde ki günlerde yoğun sis katmanı ülkeyi saracak. Gelişmeler bütün uzmanlarımızca takip altındadır.” diyordu. Umut Dede umutsuzca “Ozonu delerseniz olacağı buydu. Sahte parfümlerle, rafine edilmemiş yakıtlarla ve ağaç keserek kurutulan bir dünya ile bundan daha iyisi beklenemezdi. Orman yangınlarını kendi hisseleri için çıkaranlar, suyu hunharca kullanıp geri dönüşümünü sağlamayanlar dahası dağ gibi çöplüklerin elektriğe dönüştürülmemesi ile birlikte sürekli baraj yapımlarının getirdiği bir vebali bizler ödüyoruz.” dedi. Henüz 10 dakika geçmemişti ki daimi misafirleri olan çocukların sesiyle oturduğu yerden toparlandı. Çocuklar gölgelik altına gelince “Hoş geldiniz” dedi yorgunca. Etrafında toplanmış 10-15 yaşlarındaki çocuklara masal anlatmak yerine gerçekleri anlatma zamanıydı günlerden. Usulca geriye yaslandı Umut Dede. Yaşı elliyi yeni bulmuştu. Yorgun ve kuraktı yüreği. Altı çocuk yan yana oturmuşlar, Umut Dede’nin söyleyeceklerini dinlemeyi bekliyorlardı. Küçük gölgeliklerden sızan güneş ışığı arada çocukların yüzlerine yansıyordu. Umut Dede minderin altından çıkarttığı küçük ıslak mendillerden verdi çocuklara. Çocuklar çok mutlu olmuşlardı. Bazıları ıslak mendilleri hemen kullanmaya başlamış bazıları ise sıkıca ceplerine sıkıştırmışlardı. İçlerinden Taha isimli çocuk  “Dede neden bize çocukluğunu anlatmıyorsun? Eskiden kış aylarında kar yağarmış, neden şimdi yağmıyor?” diye sordu. Buğra, Taha’ya bakıp “Oğlum Umut Dede kar görmedi ki. Hem biz de görmedik. Resimlerde bize gösterilenlerin kar olduğundan emin misin ki?” diye konuştu. Konuşmaya hazırlanan Umut Dede boğazının gıcıklandığını hissetti. Karısı Secemnaz Nineye “Hanım biraz su getirebilir misin?” dedi nazikçe. Ağır aksak adımlarla geldi Secemnaz Nine. Yaşlılığı yüzüne vurmuş, elleri hafif titriyordu bu Kırk beş yaşındaki kadının. Umut Dede usulca başladı konuşmasına;

“Ah çocuklar… Ne günlerdi o günler. Hayat dolu, su dolu, oksijen dolu yemyeşildi hayatımız. Derelerimiz vardı şırıl şırıl akan, yıldızlarımız vardı gökyüzüne baktığımızda kayan. Bulutlar bembeyazdı ve yağmur yağardı tenimizi ıslatan. Ah çocuklar ah…”

Ben 2026 yılında doğmuşum. Annem, babam ve kardeşlerimle günden güne kötüye giden bir hayata denk gelmişim. Çocukluk bu ya her şeyin hep güzel yanını görmüşüm. Öyleydi de. Hatırlıyorum. 2037 yılına geldiğimizde gökyüzü kızıl renk olmuştu bir gün. Ben gökyüzünün ne kadar güzel olduğunu düşünürken insanların çığlık çığlığa koşuştuklarını gördüm. Sıradan bir günün son gününü dünde bırakmıştık o gün. Annem ile babam dışarıda pazar alışverişinde yağmura yakalanmışlar. Önce önemsememişler sonra tenlerinde ufak yanık kabarcıklarını görmeye başlamışlar. Eve hızlıca geldiklerinde yüzlerindeki şişkinliklerin geri dönülmez zarar verdiğini gördüm. O kuşların cıvıltısıyla her gün yüzümüze gülen masmavi gökyüzü asit kusmuştu insanların üzerine. İlk kez asit yağmuru yağmıştı o gün. İnsanlar hastanelere sığmaz olmuş, tedavileri okullarda yapılmaya başlanmıştı. Annem ve babam günlerce hastaneden gelememiş, bizi de onlara yaklaştırmamışlardı. Aradan bir hafta geçmişti ki abim ağlayarak eve geldi. Hastaneden gelen bir telefonla annemizin ve babamızın öldüğünü söylemişler. Abim, yüreğimizi ateşe veren, evimizi başımıza yıkan kara haberi verip hastaneye gitti. Ablamla ben ne yapacağımızı şaşırmış bir halde evde kaldık. O yağmurlarda sadece benim annem babam değil ülke genelinde yüz binlerce insan ölmüştü. Ülke umurumda değildi, çünkü benim dünyam ölmüştü. Daha da kötüsü annem babam geri dönmeyecekti. Babam eve gelip “Aslanım” diyerek beni kucağına almayacak, annem beni bir daha babama şikâyet edeceğini söyleyemeyecekti.

Velhasıl çocuklar… Alışıyorsun, alıştıkça büyüyorsun. Alışamadığımız tek şey “alışılagelmiş bir dünyanın, alışılmadık şekilde bize kin tutması” olmuştu.

Yıl 2038. Aylardan Ağustos. Hava çok soğuk ve kirli beyaz kar yağıyor.  Annemin, babamın, bazı komşularımızın ve akrabalarımızın üste üste gelen ölüm haberleri nihayet son birkaç aydır gelmez olmuştu. Kaybettiğimiz sadece insanlarımız, çocuklar ve ağaçlar değildi elbette. Sularımızı da kaybetmiştik. Sularımız zehirlenmiş, yiyeceklerimiz sunileşmişti. Bir yandan da hayat devam ediyor, dünyanın bu acımasızlığına bilim insanları çareler arıyordu. Şebeke hatlarından sular günde 1 saat her eve belli litrede verilmeye başlanmıştı. İçme sularımız tamamen arındırılıp geriye sadece sıvı kalacak şekilde bütün minarelleri öldürülüp dağıtılıyordu. Su dünyanın en kıymetli kaynağı olmuştu. Zaman zaman askeri hareketlilikler yaşanıyordu ülkede. Sık sık haberlerde şehit sayılarından bahsedilmeye başlanmıştı. Ülkenin bir kısım su kaynaklarının olduğu yerlerde çatışmalar yaşanıyormuş. En çok da Fırat’ta…

Televizyonda hava durumlarını bilim adamları sunmaya başlamıştı. Anlamadığım cümlelerle sunulan hava raporları bilgilendirmekten öte zararlı hava olaylarına karşı ne tür önlem alınması gerektiği yönündeydi. Bilim insanları steril eldivenler, izotonik mendiller ve vücut direncini arttırıcı ilaçlar üretmeye başladılar. Biyolojik ve botanik bilimi dalında da çalışmalar artmaya başlamış, ev içerisinde düşük oksijenle yetişebilen meyve ve sebze tohumları üretmeye geçmişlerdi. Birçok yiyeceğimiz küçülmüş, şekli bozulmuş bir hal almıştı. Sularımızın sık sık asit yağmurlarından dolayı temizlenme ve arıtmaları devlet bütçesini ciddi derecede bozmuş ve neredeyse hayatımızın birçok alanında kullan-at ürünler tüketmeye başlamıştık. Zamanla vücudumuzun da dengeleri değişmeye ve daha erken yaşta yaşlılık belirtileri görmeye başladık. Eskiden insanların 80-90 yaşına kadar ömürlerinin olduğu bir dönem kapanmış, ortalama yaş 60-65 olmuştu.”

Umut Dede biraz dinlenmek için susmuştu. Bardağa bakıp yarısı kalan suyu usulca içerek bitirdi. Bardağı sehpanın üzerine bırakırken sanki bir daha su içemeyecekmiş gibi korkuyla baktı boş bardağa. Çocuklardan ismi Soner olan Umut Dede’ye sordu: Peki dede şimdi de asit yağmurları yağıyor. Bazen elbiselerimiz de ıslanıyor. Bizim dikkat etmemize rağmen yüzümüz de elimiz de bu damlacıklara maruz kalıyor. Buna rağmen vücudumuzda yaralar veya yanıklar oluşmuyor. Sizin zamanınızda nasıl oldu da o kadar insan öldü?

 Bu soruyla Umut Dedenin yüzü biraz daha kırışmıştı. Hayatının o en güzel 11 yılını düşündü önce ve ardından yine anne ve babasının ölüm nedeni olan yağmurlar canlandı gözünde. Artık maviliğini kızgın bir lav misali kızıla bırakan gökyüzüne baktı. Çocuklara dönüp ”Yüz binlerce insanın ölümüne neden olan ilk asit yağmurlarında bulutlar olabildiğince karbon monoksit yüklenmişti.  Her yerde arabaların, fabrikaların ve bunların atıklarının olduğu bir dünyada gökyüzü bunları atmosfer dışına salamadığından dolayı biriktirmeye başlamıştı. Nedeni yine insanoğlu olan bu hava kirlilikleri ve çevre kirliliklerinin yanı sıra bir de orman yangınları mahvetmişti o güzelim masmavi gökyüzünü. Partiküller moleküle, moleküller ise ayrışması güç karbon monoksit yoğunlaşmasına neden olmuştu. Gökyüzü ağır barut kokusu salmaya başlamıştı yeryüzüne. Nihayet bulut yoğuşması yerini yağmura bırakmış, yeryüzüne düşen her bir damla yakıcı sıvı hal almıştı. Bu yoğunluğun bitmesinden itibaren sonraki yağışlar bir nebze de olsa arıtılmış vaziyette oldu. Bu her ne kadar insan tenine zarar vermeyecek ölçüde olsa da, görüyorsunuz içme sularımızı kullanamaz olduk. Ağaçlarımız, hayvanlarımız ve en önemlisi de kuşlarımız öldü. Bizim büyüklerimiz olan anne ve babalarımız bize yaşanamayacak bir dünya bıraktılar.

Ah çocuklar… O zamanlar dünyanın rengi maviydi, maviden önce ise yeşildi. Şimdi kızıl sonrası da karanlık…”

Umut Dede çocuklara korku vermek istemiyordu ama geçmişten geleceğe yaptığı yorumlarla çocukların hayal dünyasında yer ediyordu. Bu, Umut Dede için önemliydi. Çünkü kimse O’na dünyanın korunması ve gelecek kuşaklara tertemiz bir dünya bırakılması gerektiğini söylememişti. Hatta hiç kimseden bu duyarlılığa sahip çıkanı da görmemişti.  Orman yangınları, yok edilen tarım arazileri, kirletilen denizler ve mahvolmuş bir doğaydı geride kalan. Umut Dede ise çocuklara kızıl da olsa dünyanın kıymetini anlatmaya çalışıyordu. Bir ara gökyüzündeki uçaklara baktı. Çocuklar için sürekli uçan uçaklar dikkat çekici değildi. Sıradan işlerini yapıyordu uçaklar. Tuzdan ayrıştırılan deniz suyunu gökyüzünden bırakarak toprağın nemini muhafaza etmesi sağlanıyordu. Böylelikle son 3 yıldır aşırı ve susuz geçen kış ayları için suni buhar üretilmiş oluyordu. Bunlar sıradan işlerdi. Ama Umut Dede için öyle değildi. O’nun için geri de kalan günler vardı. Suyu rahatça kullandığı, su ile saatlerce oynadığı, saatlerce banyo yaptığı, ellerini yıkarken, dişlerini fırçalarken sürekli akan suyu düşünmediği günler vardı. Şimdi o günlere hasret olmak varken pişmanlığını yaşamak var. Umut Dede bu düşüncelerden sıyrılıp tekrar çocuklara döndü:

“Petrol savaşlarından su savaşları yaşanılan bir döneme geldi insanoğlu. Bir damla su bir damla kandan değerli oldu. Kıymeti bilinmeyen ve değer görmeyen su şimdi insana en büyük cezayı veriyor. Siz ey çocuklar; bundan sonra kıymeti bilinse de geriye dönülemeyecek su için çalışın. Üretin, düşünün ve yapın. Geçmişin çocuklarına, geleceğin çocuklarıyla ders verin. Su hayattır. O’na ne kadar değerli olduğunu tekrar öğretin.”

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Close Menu