ARABA SEVDASI
Usulca
yaklaştı arabasına badem gözlü, uzun boylu babayiğit herif. Çocuğundan öte bir
sevgisi vardı beyaz kuşuna. Elinde beslediği bir ak kanarya gibi yaldır yaldır
duruyor nazlı kuşu yanında. Tekerlerini kontrol etmek istediğinde “ayaklarına
bakayım kuşum, sorun var mı?” diye düşünerek eğilirdi. Petrol demek beyaz kuşu
için en leziz yemeklerin bulunduğu lokanta gibiydi. Buram buram tuba ağacının
kokusu gelirdi adeta arabasının içinden. Zor bela, borç harç almıştı beyaz
sevdasını. Yoğun iş temposuna, şehirlerarası iş anlaşmaları için yaptığı
yolculuğa ve ciddi iş adamı imajına ancak bu araba yakışırdı. Onu ilk
gördüğünde vurulmuştu zaten. Kendi göğsünden arabanın göğsüne bir kıpırtı
hissetmişti. Tasarımı ile gözünde, yüreğinde hayranlık oluşturmuştu bu beyaz
altın. Öyle ki fiyatı yüksek olmasına rağmen satıcı firma ile pazarlık dahi
yapmamıştı. O yüzden gözü gibi bakmalı, incitmemeli ve yıllarca kullanmalıydı.
Nihayet satış mukavelesi için uzun boylu babayiğit adamı aradıklarında uçarak
gitmişti yetkili acenteye. Anahtarı eline alıp aracına ilk bindiğinde aklından
tek kelime geçti bu adamın “Benimsin”.
Acentede
görevli eleman arabayı dışarı çıkarıp son kontrolleri gerçekleştirmek için
servis bölümüne aldı. Uzun adam elinde çay bardağı ile yeni sevgilisini süzüyor,
o ahenkle geri çıkışını hayranlıkla izliyordu. Neden sonra duyduğu sesle
kendine geldi. “Ömer Bey, Ömer Bey iyi misiniz?” Hemen kendini toparlayarak
“E,e evet arabaya bakıyordum da” dedi mahcupça. Acente yetkilisi tebessüm etti
arabasına âşık olan bu adama. “Galiba ilk arabanız” dedi. Ömer Bey “Hayır, çok
arabam oldu ama bu, bu başka. İlk kez son model 6 vitesli, tam donanımlı bir
aracım oluyor. Bir de valla arabaya vuruldum. Yani itiraf edeyim” dedi hafif
gülümseyerek. Acente elemanı Ömer Bey’e “aracınız hazırdır” dediğinde
yetkiliyle vedalaşarak arabasına doğru ilerledi. Anahtarı teslim edecek olan
eleman tam anahtarı verecekken Ömer Bey’e “Efendim galiba aracın kapısı
bozulmuş. Kapı açılmıyor” dedi tebessümle. Ömer Bey “Ha dur! Ben hemen tamir ederim” diyerek
cebinden hatırı sayılır bir bahşiş uzattı. “Hayırlı olsun” diyen eleman
anahtarı vererek Ömer Bey’i arabasıyla baş başa bırakıp işinin başına
mutlulukla döndü. Ömer Bey ise usulca, arabasını incitmeden yola çıkmış ilk
olarak iş yerine götürmüştü o gün. Eve gitmeyi düşünmüşse de çocukları arabayı
kirletir korkusuyla 3 gün üst üste çocuklar uyuduktan sonra gitmişti eve.
Araba
sevdalısı adamın iki çocuğu bir de umurunda bile olmadığı karısı vardı. Ama
onların yeri evdi. Öyle herkes beyaz sevdasına binemezdi. Kimse kusura
bakmasın! Çocukları bile korka korka binerlerdi ki zaten her zaman değil. Çoğu
zaman rüyalarına gelirdi beyaz güvercini. Defalarca uçmuşlardı gökyüzünde.
Yıldızlara kadar çıkmışlar en güzel yıldızlardan dikiz aynasına süs yapmıştı.
Dişi
kırılan kızını sonra da hastaneye götürebilirdi. Ömer Bey’in zamanında dişçi mi
vardı sanki? Ayakkabısı yırtılan oğlu biraz daha idare edebilirdi. Babayiğit
adam kara lastik ayakkabılarla büyümüştü. Hatta o zamanlardan bir gündü. Kara
kıştı. Babası tarladan gelmiş, şiddetli yağmurdan hasar görmüş tarlanın
derdiyle meşguldü. Babayiğit adam küçük bir çocuktu o zamanlar. Babasının
yaşadığı o zorluklardan bihaber babasına “Baba ben hastayım” dediğinde
babasından bayağı dayak yemişti de ağrı sızı kalmamıştı. Oysa şimdiki çocuklara
“öte git” desen başını alıp gidiyorlar. İşte bu yüzden zorluklara dayanıklı
olmalıydı çocukları. Yokluğun ve zorluğun ne olduğunu öğrenmeliler. Yok öyle
“ben hastayım” demek. Hem çocuk bu, her hastalandığında arabayla getir götür
yapılırsa masrafın altından mı kalkılır? Su mu yakıyor sanki bu araba.
Ya arabasının bakımına ne demeli? “Aman
Allah’ım günü geçmemeli. Bir an önce servise yetiştirilmeli. Suyu, motoru iyice
gözden geçirilmeli, beş isterlerse on vermeli ama yavrusuna iyice bakım yapılmalı.
E ne de olsa bir avuç civata! Gecede gündüzde kime minnet etmeli. Kapıda aslan
gibi, canavar gibi arabası varken. Hem arabasına harcamasında hovardalık mı
yapsın?- dı Ömer Bey’in bahaneleri.
Varlık
içinde yokluk çeken bir ailesi vardı Ömer Bey’in. Oğlu Tunahan ilkokul 2.
Sınıfa, kızı ise anaokuluna gidiyordu. Tunahan’ın okulu uzak ve soğuk havalarda
bile hep yaya gitmek zorunda kalıyordu. Küçücük bedeni ağır okul çantasına ve
uzun okul yoluna dayanamıyor fakat babasından da destek görmüyordu. Havanın
soğuk ve sürekli yağışlı olmasından dolayı Tunahan üşütmüştü. Sık sık ateşi
çıkıyor ve hastalanıyordu. Çocuk acılar içinde öksürse de Ömer Bey’in zamanı mı
var çocuklarla ilgilenmeye? Hem karısı Sahra’nın işi ne? İki çocuğa bakamıyor mu?
Evde akşama kadar televizyon izleyeceğine baksın çocuklara… Bahaneleri ile
çocuklarını tamamen ihmal etmişti Ömer Bey. Hem de Penye-kumaş atölyesinin o
kadar işleriyle, bir sürü işçiyle uğraşıp bir de çocuklara zamanı nasıl
ayırmalıydı? Kendince.
Sahra Hanım ise var gücüyle evlatları için
mücadele ediyor bir taraftan da istekleri ve emirleri bitmeyen kocasına karşı
da bütün vazifelerini yerine getiriyordu. Hayattan hep zengin, iş adamı bir
kocası olmasını istediği günlere pişmanlıklar duyuyordu. Hamal olsaydı da akşam
çocuklarının yanında dursaydı diye çok defa ağlamıştır. “Ah Ömer Bey, kızının
doğumunda bile Sahra’nın yanında değildin, şu soğuk kış gününde mi olacaksın
yanımızda” diyerek günleri geçiyordu Sahra’nın. Sahra kırgın, Sahra küskündü
hem hayata hem Ömer Bey’e. Çocuklarının dersleri, hastalıkları, sıkıntıları,
evin işi gücü ve Ömer Bey’in bitmek bilmeyen iş adamlarından oluşan
misafirlerinin hizmeti hep Sahra’nın üstünde. Kolay mı bunca işe yetişmek?
Elbette değil ama evlatları için sabır ne demekse bizce de ancak bu demektir.
Ömer
Bey’in hovardalığı yoktur doğrudur. Öyle parasını kötü işlere de harcamaz.
Alnının teriyle kazanır. Kazanınca iş yerine, işçilerine ve en önemlisi de
arabasına harcardı kazandıklarını. Nedense çocukları para istediğinde dil
alışkanlığı mıdır nedir bilmiyoruz ama diline pelesenk olmuş gibi önce “param
maram yok. Evin elektriğini suyunu ödemekten para mı kalıyor?” der ardından da
gönülsüz gönülsüz ufak bir harçlık verirdi. Hatta aklımıza gelmişken unutmadan
yazalım; Bir gün Tunahan’la Sema “ Baba nolur bizi arabayla gezmeye götür.
Arkadaşlarımızın babaları çocuklarını hep arabayla getiriyor okula”
dediklerinde çocuklara “arabaya binmeyin ama size para vereyim” diyerek para
vermeyi tercih etmişti. Tunahan ise Sema’nın aksine babasından aldığı parayı
tekrar babasına atarak “ Ben para istemiyorum. Baba beni bir defacık da olsa
okula arabayla götür. Ben çok üşüyorum. Baba dün sınıfta altıma kaçırdım.
Öğretmenim de bir sürü kızdı bana. Üstelik arkadaşlarım da hepsi bana güldüler”
diyerek ağlamıştı. Ama dinleyen kim? Ömer Bey’in çözümleri dâhiyane ne de olsa
“Oğlum sen de ayaklarına iki tane çorap giy. Bak kardeşin niye altına
kaçırmıyor? Yav birazcık da kendin dikkat et. Her şeyi babadan beklemeyin ya”
diyerek evden çıkmıştı. Sema, babasının olmadığı yerde evin erkeği olan abisine
oyun oynamak için ısrar etmişse de Tunahan yine rahatsızlandığı için yatmak
zorunda kalmıştı. Sahra Hanım ise çaresiz boynunu bükmüş evinin işleri ile
meşgul olmuştu.
Aslında
buraya kadar birçok yazdıklarımız sıradan bir aile hayatı gibi aksediyor
bizlere. Etrafımızda muhakkak tanıdığımız ya araba sevdalısı bir baba, ya da
maç-kolik bir baba vardır. Bazı babalar evinden bihaber kaptırmıştır kendini
başka şeylere. Oysa insanın çocukları insan için en büyük nimet, en büyük
akıbet değil midir? Onlarla neşelenmek, onların derdine derman aramak aslolan
değil midir? Öyle olmasına öyle ama ebeveyn olmak bu kadar kolay olmamalıdır.
Ömer Bey gibi “Sahra’nın işi ne? Baksın çocuklara” denilmemelidir. Ama deniliyor
işte. Hem de ardı arkası düşünülmeden. Ömer Bey kendince bir baba, kendince bir
koca, patron yahut lüks bir araba sahibi. Lakin bizlere göre sıradan bir öykü
karakteri. Ama öyle değil işte. Küçük sorumsuzluklar büyük sorumluluklar açar
insanın başına. Hayat en onulmadık yerde çelme takar da yerinden kalkamazsın. O
yüzden adımlarımızdan bile sorumlu değil miyiz? Baba şefkatine muhtaç bir Selma
varken evden çekip gitmek her adamın harcı olabilir mi? Ya hasta çocuğu bırakıp
gitmek… Hayır, hayır biz en iyisi öykümüze devam edelim. Muhakememiz bu
sorumsuzluluğu kabul etmiyor.
***
Ertesi
gün belki de çok nadir karşılaşılan bir olay olmuştu Ömer Bey’in evinde. O gün
akşam Ömer Bey eve ilk defa erken gelmişti.
Sema babasının kucağında oyunlar oynuyor, babasına uyumadan kavuştuğu
için olanca fırsatı değerlendiriyordu. Ömer Bey en çok kızının konuşmalarına
bayılırdı. Sıkça kızını kızdırır ve Sema’nın o tatlı konuşmasıyla arabası hariç
her şeyi unuturdu. Yine o gün Sema’ya;
-Kızım bak! Biz seni
çalılıklar arasında bulduk. Sen bizim kızımız değilsin” demişti de Sema bakın
neler söyledi;
-Baba Allah askına ya. Hep
beni mi calılıklaydan buluyonuz. Abimi neyeden getiydiniz. Of ya annemi neyeden
buldun. Hem sen calılıkcı mısın ya baba?” demişti. İçi erimişti bu sözler karşısında
Ömer Bey’in. O kadar mutlu olmuştu ki bir ara Ömer Bey “erken gelmişken
Tunahan’ı okuldan arabayla alsam mı?” diye düşündü. Daha sonra hava soğuk
olduğu için bu düşüncesinden vazgeçmişti. Sahra Hanım neden erken geldiğini
sorduğunda Ömer Bey;
-Yarın Karaman’a gideceğim.
Bu gün de evde biraz dinlenmek istedim” dedi. Sahra Hanım’da bu nazik
konuşmanın fırsatıyla “Bari erken gelmişken Tunahan’ı da okuldan alsan”
diyecekti ki kocasının saçma sapan bahanelerini duymamak için o da vazgeçti.
Sema bir taraftan “baba beni de kayamana götüy” diyor bir taraftan da hasret
kaldığı baba kucağında babasına öpücükler konduruyordu. Biraz zaman geçmemişti
ki kapıda Tunahan’ın öksürük seslerini duydular. Sema “abim geldi oleeey. Baba
abimde kayamana gelsin, noluysun” diyerek kapıyı açtı. Tunahan bitkin bir halde
içeriye girdiğinde babasını görmenin sevinci ile “nasılsın babacığım hoş
geldin” dedi. Ömer Bey ise teşekkür edip “annen yemekleri hazırlayana kadar
hemen dersine başla. Bahanelerle derslerini hep öteliyorsun. Fark etmediğimi
sanma kulaklarını çekerim bak” diyerek Tunahan’ı başından savmıştı. O gece
Tunahan sabaha kadar öksürdü. Başından bir an olsun ayrılmayan Sahra Hanım
kocasına defalarca “çocuğu hastaneye götürelim” demişse de hep o aksi sözlerden
“Yatta zıbar! Ben yola gideceğim diyorum sen uykumu bölüyorsun” diyerek
terslemişti.
Ömer
Bey o sabah erkenden kalktı. Günlerden şubat ayının sekiziydi. Kahvaltı dahi
yapmadan hemen aşağı indi. Arabasına yaklaşıp üzerinden tenteyi dikkatlice
çekti. “Ayakları üşümüştür karda” diye düşündü. Okşadı sevdi. Sevmeye hakkı da
vardı, zamanı da… Gökyüzünde süzülen bir şahin gibi usulca bindi arabasına. O
edalı hali karısının yüreğini sızlattı. Bir kez olsun karısının yanına öyle
yaklaşmamıştı. Direksiyonu öyle bir tutuşu vardı ki, karısı okşanmayan
saçlarını, öylesine tutulmayan ellerini düşündü kapı ardından yolcu ettiği Ömer
Bey’e balkondan bakarken. Ömer Bey’in arabasını mı kıskandı Sahra? Evet, apaçık
arabayı kıskandı. “Neden beni de şu direksiyona dokunduğun gibi incitmeden
sarmıyorsun? Şu arabaya bindiğin gibi kollarımda uzanıp yatmıyorsun? Nasıl bir
insan oldun sen Ömer, nasıl?” diye düşünerek içeriye girdi.
Sahra
boynunu bükerek içeriye girdi ama araba kadar değeri olmadığını bir kez daha
anlayarak. Yanağı dişinin ağrısından dolayı şişmiş kızını uyandırdı önce.
Ardından okula gitmesi için oğlunu… Lapa lapa kar tuttu birden. Soğuk hava
iyice üşütmeye başlamıştı. Bu soğukta oğlu okula nasıl gidebilirdi ki? Ne vardı
5 dakika çocuğu okula bıraksaydı ya? Zaten yırtık ayakkabısından içeriye buz
gibi kar suları girecek hatta çocuğu iyice üşütmesine neden olacaktı. Ya birkaç
gecedir uykusunda altına kaçırmasına ne demeli? Böbreklerini de üşütmüştü
anlaşılan…
Sahra
doğalgazı açmaya korkuyordu fatura çok gelir diye. Yarı soğuk evden oğlunu alıp
kendisi götürmeliydi okula. Kızı evde kalabilir hatta televizyonla vakit
geçirebilirdi. Tunahan küçük bir çocuktu. Çantasını taşıyamayacak kadar küçük.
Henüz 2. Sınıfta yarıyıl tatiline girilmemişti bile. Sahra çantayı omuzuna
takıp, çocuğun ayakkabılarını giydirdi. Yırtık ayakkabının söküğünü dikmeye
iğne vardı da kendisi mi dikmiyordu? Hayır. Dikilse bile dikiş tutmayacak
ayakkabı ne işe yarayacak? İlla ki yenisi alınmalıydı bu soğukta üşüyen ve
üşüdüğü için sık sık altına kaçıran çocuğa. Ah… Ömer Bey… Harçlıkta bırakmıyor
ki eve Sahra, Tunahan’ın ayakkabısını ayakkabıcıya diktirsin.
Sahra
Tunahan’ı kucağına alarak yürümeye başladı okula doğru. Ayaklarının ıslanmaması
için elinden geleni yapsa da yorulduğunda yere bırakmak zorunda kalıyordu. Ve
her yere bıraktığında ayakları biraz daha ıslanıyordu Tunahan’ın. Nihayet
sırılsıklam ayakkabılarla sınıfa kadar getirdi Sahra. Öğretmeni çoktan derse
başlamıştı sınıfa girdiklerinde. Sahra özür diledi ve durumu anlattı. Öğretmen,
çocukları sessiz olmaları için uyardı ve Sahra ile koridora çıktı. Şevval
Öğretmen önce ne diyeceğini düşündü. Sonra Sahra’nın “Buyurun hocam, bir sorun
yok değil mi?” sözü üzerine Şevval öğretmen;
-Bakın Sahra Hanım,
Tunahan’ın durumu iyi değil. Bu çocukla neden ilgilenmiyorsunuz? Kusura
bakmayın Sahra Hanım, ailevi problemleriniz varsa eğer rehber hocamızla
görüşün. Çocuk sınıfta altına kaçırıyor ve arkadaşlarına karşı rezil oluyor.
Sonuçta bu çocuğun bir rahatsızlığı var. Neden ilgilenmiyorsunuz? Üstelik maddi
sıkıntınız da yok. Çok mu zor bu çocuğu hastaneye götürmek?” dedi. Sahra ne
söyleyeceğini bilemedi önce. Daha sonra Şevval öğretmenin anlayacağını umarak;
-Hocam babası hiç
ilgilenmiyor. Bende çaresizim. İdare edin çocuğumu. Şimdilik üşütmemesi için
elimden geleni yapıyorum” dedi. Biraz daha konuştuktan sonra Sahra Hanım
okuldan çıkarak evde yalnız bıraktığı Sema’sına doğru ayakları ıslana ıslana
yürümeye devam etti. Aslında ev ile okul arası büyükler için bile yürüme
mesafesinde değil. Ömer Bey servis tutmayı bırakın, otobüsle dahi gitmesi için
eve para bırakmamıştı.
Ömer
Bey mi? Oho… O sıcacık arabasıyla Karaman’a doğru çoktan yola çıkmıştı. Yeni
bir anlaşma için, çocuklarının rızkı! İçin yollara düşmüştü. Bir firmanın toplu
kumaşlarını alarak onları atlet ve penye yaparak tekrar firmaya göndermek için
anlaşma yapılacaktı. Çok para kazanacak, kazandığı paranın bir kısmıyla işini
büyütecek, bir kısmıyla kartal yuvası beyaz gerdanlı arabasına kasko yaptıracak
biraz da modifiye için harcayacaktı. Kalan kısmı ile de hem iş yerinin hem evin
faturaları rahatça ödenebilecekti. Anlaşılan her şey yolundaydı ve Ömer Bey’in
tek eksiği müzik kalmıştı. Hiç ihmal eder mi? En sevdiği türkülerden oluşan
müzik listesini açtı. Zaten aheste vaziyette ilerlediği yolda o çok sevdiği
Olcay Köker’den “körpe iken kırdın felek dalımı” türküsünü açtı. Bir yandan da
türküye eşlik ediyor “akar çaylar bulur sonunda vadi, tükenmez dünyanın mihneti
kahrı” diye devam ediyordu.
İnsanın
en özgür olduğu an en yalnız kaldığı zamandır. Ömer Bey işte o kadar özgürdü.
Kar yağışı Konya-Karaman kara yoluna kadar sert bir şekilde devam etmişse de
Çakırbağ köyüne geldiğinde yerini yağmura bırakmıştı. Kıyamadığı arabasıyla
saatteki hızı 70 bazen de 80’i buluyor “neme lazım hızlı gidip arabamı
incitemem” diye de işi tehlikeye atmıyordu. Kolay mı araba sahibi olmak? Gece
gündüz çalışıp neredeyse iki daire parasına araba almak? Geç olsun güç olmasın.
İş nasıl olsa olur…
Karaman
otogarı yanından 100. Yıl Bulvarı istikametinden organize sanayiye geçti. Gideceği
fabrikanın adresini tam olarak bilmediği için Hakan Bey’i arayıp tam adresi
alması gerekti. Telefonuna baktı cebinde yoktu. Torpido gözünde… Hayır, orada
da yoktu. Kahretsin -arabanın tentesini açıp telefonu içeriye gider öyle
alırım- diye düşünüp almayı unuttuğunu hatırladı birden. Güldü. Kendi kendine “Gördün mü araba
sevdasından telefonu unuttuk” dedi. Neyse ki fabrikanın adı aklında olduğundan
dolayı sora sora buldu. Kapıdaki görevliye Hakan Bey’i sordu. Görevli Hakan
Bey’in odasını tarif ettikten sonra Ömer Bey büyük iş adamı edasıyla içeriye
girdi. Hakan Bey;
-Ömer Bey hoş geldiniz.
Defalarca aradım sizi neden telefona bakmadınız? Ömer Bey ise hafif mahcup bir
hal alarak;
-Hakan Bey hava kar yağışlı
olduğu için arabamın tentesini açar açmaz yola çıktım. Telefonu da evde
unutmuşum. Sizi merakta koyduğum için özür dilerim” diyerek suçunu itiraf etmiş
çocuk gibi davrandı. Karşısında Ömer Bey’in ezikliğini gören Hakan Bey hemen
konuya girerek iş anlaşması akdini imzaladılar. Akde göre iş iki hafta içinde
teslim edilmiş olacak aksi halde cezai müeyyide uygulanacaktı. Hakan Bey
ücretin yarısını çekle vermek istemişse de Ömer Bey kabul etmemiş, “iş
bitiminde hepsini alırım malı da teslim ederim” diyerek hem güvence vermiş hem
de sonraki işler için açık kapı bırakmıştı.
Ömer Bey anlaşmanın ardından sanayi içerisinde
biraz dolaşarak bir tır ve birkaç hamalla depoya geldi. İrsaliye ile teslim
aldığı malı uygun fiyatla hamallara yükletti. Depo sorumlusu ve tır şoförü
evrakları imzaladılar. Kar yağışı yine yoğun olduğu için tırın ertesi gün yola
çıkmasına karar verildi. Ömer Bey’de vakit geç olduğu için o da gündüz yola
çıkmayı tercih etti. Tır şoförüne adresi söyleyerek “sen yarın erkenden yola
çık. Ben ya senden önce ya da az sonra orada olurum. İşçiler malı indirene
kadar ben kesinlikle gelmiş olurum” dedi. Tır şoförü altındaki lüks arabalı
işadamının bu arabayla kendisinden sonra geleceğine şaşırmış olsa da Karaman’da
belki başka işleri de vardır diye düşünüp başka bir araçla evine gitti.
Ömer
Bey mi? Bizden duymuş olmayın ama önce arabasında yatmayı düşündü sonra da
koltuklar iz yapar diye otele gitmeyi tercih etti. Güfrani caddesi üzerinde
bulunan bir otele gidip geceyi orada geçirdi. Otelde bulunduğu vakit yatana
kadar işin ve işlerin muhasebesiyle meşguldü. Ömer Bey gecenin ilerleyen
saatlerinde otelin balkonuna çıkarak ve karşısında nazlı bir kız gibi göz
kırpan ışıklarına doğru baktı Karaman’ın.
Gözüne çarpan Karaman Kalesi ise ayrı bir güzellik sergilemişti şehre…
Çayı geldi, içti ve az sonra ise yatağında uyudu.
9
Şubat sabahı kuru ayazla kalkmıştı sıcak yatağından. İçerisi olabildiğince
sıcak ama dışarıdan rüzgârın sesi çok rahat duyulabiliyordu. Hemen yatağından
kalkarak kahvaltı için aşağı indi. Kısa sürede kahvaltısını yapıp otele ait
otoparka giderek aracının yanına geçti. Elleri üşüyor olmasına rağmen baştan
aşağı beyaz kelebeğini inceledi. Çizik, kırık dökük veya zarar görmüş mü
ihtimaliyle. Gözünden öte özü gibi baktığı sevgilisinde sıkıntı yoktu. Hemen
ama yavaşça aracına binen Ömer Bey 6 saatlik yola koyulmuştu. Sık sık
telefonunun yanında olmayışının sıkıntısını yaşamaya başlamıştı. İş yerinde
sıkıntı var mı? İşçiler de sorun var mı? Yeni gelen siparişler ne durumda? Tır
yola çıktı mı çıktıysa nerede? Hepsi bir telefonun uzaklığında soruların cevaplarıydı.
Bir taraftan da “Eskiden telefon mu vardı? Altı üstü birkaç saat sonra
oradayım. Aslanım beni sağ salim götürür” diyerek kendine teselli vermeyi de
ihmal etmiyordu.
Öğleden
sonra saat 13.30’da iş yerinin önüne geldiğinde tırın çoktan gelmiş olduğunu ve
malların depoya götürüldüğünü görünce işlerin yolunda gitmesine memnun olmuştu.
Tır şoförünün parasını ödeyerek bahşiş vermeyi de ihmal etmedi. Büro
sekreterliğini de üstlenen çaycısı Gül Abla hızlıca Ömer Bey’in yanına geldi. “Ömer
Bey hoş geldiniz. Elektrik şirketinden geldiler. 3 gün içinde faturalar
ödenmezse elektriği keseceklermiş” diyerek çayı uzattı. Bütün huzurunu bozan bu
haberle çeki almadığına pişman olan Ömer Bey şimdi alelacele 35 bin Lirayı
nereden bulacaktı? Öyle ya koca bir işletme az elektrik harcamıyor. Çalışan
onlarca makinelerin yaktığı elektrik sarfiyatı az olamaz. Elbette bu giderin
kazancı da sağlanıyor. Yani para yok değildi var ama elektriği öderse maaşlar
kalacak. Sorun buydu.
Ömer
Bey depo görevlilerinin ve diğer işlerin talimatını verdikten sonra telefonu
almak için eve gitti. Neyse ki akşamüzeri saat 16.30 gibi eve gelmişti. Hava
kararmış olmasına rağmen Ömer Bey beyaz altınını sokak lambasının altına park
etmiş hemen telefonu alıp geri dönmek üzere 5. Katta bulunan dairesine
çıkmıştı. Sahra kapıyı açıp “Hoş geldin Bey” sözüne karşılık “Telefonum
nerede?” sözüyle karşılık almıştı. Hal hatır sorulacak zaman mıydı ki Ömer Bey
hasbihal etsin. Elektrik faturası yüzünden eli ayağına dolaşıyordu. Telefonunu
Sema getirdiğinde telefonunun kapalı ve şarjının olmaması iyice çileden
çıkarmıştı. Sema babasına sarılmak için hazırlanıyordu ki Ömer Bey’in ağzından
çıkan küfürlerle küçük kız annesinin arkasına saklandı.
Telefonu
şarja takıp bu sürede de sigara içmek için balkona çıktı asabi adam. Oğlu
Tunahan’ın okuldan geldiğini gördü. Umurunda mı elbette değil. Fakat Ömer Bey
dikkatlice bir şeyi takip ediyor. Avını gözüne kestiren kurt misali gözünü
çocuktan ayırmıyor. Eyvah… Korktuğu başına geldi. Tunahan gele gele arabaya
yaslandı. “Şimdi çizecek arabayı bu ne salak bir çocuk. “ diyerek yüreğinin
hopladığını hissetti. Bu Ömer Bey’i daha da kızdırmıştı. Tunahan’ın çantasını
omzundan çıkarıp arabanın üstüne bırakması ise Ömer Bey’i çileden çıkarmış
hışımla aşağıya inmesine neden olmuştu. Tunahan babasını görmenin sevincini
bile yaşayamadan yüzüne ve kafasına aldığı tokatlarla yere serilmişti. Tunahan
“baba yapma, vurma, hastayım ayakta duracak gücüm yok” dese de kızgın adam
duymuyordu bile. Buzlanmış kar üzerinde yatan Tunahan’ı kollarından
sürükleyerek yukarı çıkarmaya çalıştı Ömer Bey. Bir yandan da söverek…
Yukarıya
çıktıklarında Sahra Hanım bütün gücüyle Ömer Bey’e vurmaya ve beddua etmeye
başladı. Ömer Bey “araba, ama araba, iyi de araba çizi…” demeye çalıştıkça
Sahra Hanım konuşmasına bile fırsat vermeden vuruyordu. Nihayet aldığı
darbelerden geriye çekilen Ömer Bey Tunahan’ı yerde yatıyor gördü. Görmesi
böyle sorumsuz bir adam için sorun olacak değildi elbette. Fakat Tunahan’ın
pantolonu kanlar içinde…
Çocuğun
pantolonunun kanlar içinde olmasına şaşıran Ömer Bey ne yapacağını şaşırdı.
Sahra olmadık laflar söylüyor belki de beddualarına devam ediyordur ama Ömer
Bey hiç birini duymuyordu. Geçirdiği şoku atlattıktan sonra Tunahan’ı
kucaklayarak tekrar aşağı indiler. Ömer Bey ilk kez arabayı çocuklarından
esirgemiyordu. İlk kez arabasının kirleneceğini, koltukların kırışacağını
düşünmüyordu. Elleri titreye titreye çalıştırdı arabasını. Kucağında Tunahan baygın
yatıyor Sahra Hanım, sürekli beddualar veriyordu araba sevdalısı kocasına. Sema
arka koltukta o dağ gibi o aslan gibi o tek arkadaşı abisinin baygın şekilde
annesinin kollarında oluşunu seyrediyordu. Sema için abisi en büyük arkadaşıydı
ve arkadaşının inlemelerini duyması Sema’nın da ağlamasına neden olmuştu.
Tunahan ise sürekli inliyor fakat hiç canlılık emaresi göstermiyordu. Yolların
kaygan ve buz tutmuş olmasına bile aldırmayan Ömer Bey akşam ve karlı yolların
boş oluşundan dolayı arabasına ilk defa acımadan, gaza basıyordu. İlk defa
gözlerinden yaşlar süzülüyordu Ömer Bey’in. Bağıra bağıra “Patlasın motor, yansın araba yeter ki yavrum
yetişsin hastaneye” diyor bir yandan da gözlerinin önünde sokak lambalarının
altında Tunahan’ın silüetini görüyordu.
Nihayet hastaneye gelmişlerdi. Acil doktorunun
durumu görmesi ile operatör doktorları araması bir olmuştu. Bir anda ortalık
karışmış, görevliler sedye getirmiş hızlıca Tunahan’ı annesinin kucağından
alarak götürmüşlerdi. Ömer Bey daha ne olduğunu bile anlamadan çocuğunun
arkasından sadece bakakalmıştı. Hemşirelerden biri Ömer Bey ve Sahra Hanım’a
“3. Kat ameliyathaneye gittiler. Siz orada bekleyin” dedi.
Sahra
Sema’yı kucağına alarak hızlıca onlarla beraber koşmaya başladı. Ardından Ömer
Bey’de koştu. Görevliler Tunahan’ı asansörle üst kata çıkartmışlardı. Sahra
Hanım ve Ömer Bey’de merdivenleri koşarak çıktılar. Sahra kucağında Sema’nın
ağırlığını dahi hissetmiyor sadece oğlu Tunahan’a bir adım daha yaklaşmak için
olanca gücüyle koşuyordu. 3. Katta Yoğun Bakım ve Ameliyathaneler bölümüne
gelmişlerdi. Sahra ağlıyor, Ömer Bey
“Allah’ım ben ne yaptım, nasıl oldu bunlar?” diye söyleniyordu. İki saat
sonra doktor yoğun bakımdan çıktı ve Ömer Bey’e “Geçmiş olsun. Çocuğu çok şükür
kurtardık. Fakat böbreğinin birini aldığımız için üşütmemeye çok dikkat edin.
Diğer böbreğinin de durumu iyi değil. Onu da alırsak yavrucak bu yaşında
diyalize mahkûm olur. Birkaç yıl sabredin. Sağlıklı bir donör bulabilirsek
nakil yaparız. Aksi halde…” Ömer Bey ne aksini düşünebiliyor ne doğrusunu. Ömer
Bey kendini sorgulayıp sesli düşünüyor; “Değdi mi Ömer? Evladın için arabayı
esirgemene değdi mi? “ Sahra Hanım o kocaman Ömer Bey’in bir köşe de oturup
küçücük gözükmesine üzülüyor bir taraftan da pürdikkat doktoru dinliyordu.
Doktor “Hanımefendi, oğlunuz üç-dört gün yoğun bakımda kalması gerekiyor. O
yüzden siz evinize gidin. Servise çıkacağı zaman sizi ararız. Durumu
toparlanınca da taburcu ederiz. Tekrar geçmiş olsun” dedi ve gitti. Geri de bir
avuç kalmış Ömer Bey ve bitap Sahra kalmıştı. Bir de Sema…
4
gün sonra
Günlerdir
yoğun bakım kapısından kımıldamayan Ömer Bey’e geçmiş olsuna gelenler oluyordu.
Bir ara ziyarete gelenlerin kalabalıklaştırdığı koridorda uğultulardan bunalan
Ömer Bey dışarıya çıktı. İstemsiz şekilde arabasına yöneldi. Arabasının içinden
sigara almak için kapısını açtı. Sigarasını aldı bir kenara oturdu. Derin derin
içti sigarasından. Uzaklara daldı. Tunahan’ın öksürerek geldiği o akşam ki
“babacığım hoş geldin” dediğini duydu. Oysa o gün duymamıştı. Duymak
istememişti. Şimdi o “Hoş geldin babacığım” sesi kulaklarında çınlıyordu. Okula
ilk başladığındaki sevincini hatırladı. Kalem tutamayan minicik ellerini
düşündü. Sonra, sonra Sema’yla oynamaları geldi gözünün önüne. Cıvıl cıvıl ne
güzelde oynuyorlardı. Sema ağlayarak babasının yanına geliyor “ya baba abim
beni öpüyoy, yüzümü ıslatıyoy” dediğini duydu. Düşündükçe yüreği daralıyordu
Ömer Bey’in. Elleri titremeye başlamıştı. Titreye titreye bir sigara daha
çıkardı paketten. Çakmakla yakacaktı ki çakmağı elinden tutamayarak düşürdü.
Çakmağı almak için eğildiğinde elinin altında bulunan irice bir taşa baktı.
Önce sigarayı attı elinden sonra da hışımla “Oğlum Tunahanıııııımmm!” diyerek
taşı kaptığı gibi arabaya fırlattı. Camı ve kapıları taşa maruz kalan araba
ciddi derecede hasar almıştı. Kapı camı kırılmış tuzla buz olmuştu. Ömer Bey’in
hıncı bitti mi sanıyorsunuz? Hayır. Çevreden Ömer Bey’i tutmak için gelenlerden
bir kişi de o hengâmede taştan nasibini aldı.
Arabadan
fırlayan cam parçalarının elini kesmesi ve kanaması ile acile giden Ömer Bey
pansuman yaptırdıktan sonra yoğun bakıma tekrar çıktı. Sekreteri Gül ablayı
gören Ömer Bey, evin anahtarını verip şarjda kalan telefonunu getirmesini
istedi. Akşamüzeri Tunahan servise alındığı sırada telefonu geldi. Tunahan hala
uyuyor. Telefonu açan Ömer Bey onlarca mesajla karşılaştı. Tek tek incelediği
mesajlar genellikle arayıp ulaşamayanlarla doluydu. Bu kadar mesajın içerisinde
bu kez önemsediği karısının mesajlarını da gördü. Titreyen elleriyle mesajı
açtığında yazılanları okudu.
“Ömer
şu arabanla ilgilendiğin kadar şu çocukla ilgilensen”
“Ömer
bu çocuğun durumu kötüye gidiyor. Havanın kar yağışlı olduğunu gördün. Ölür
müydün çocuğu beş dakika okula bıraksaydın?”
“Ömer
Allah aşkına çocuğundan önemli mi işin? Yeter bu kadar sorumsuzluğun, yere
batsın senin araba sevdan. Of Allahım of!”
“Ömer
aç lanet telefonu. Çocuğuna bir ayakkabı bile almıyorsun. Tunahan’ın idrarından
kan geliyor.”
Okuduğu
her mesajda geç kalınan eyvahlarla doluyor yüreği. Sıkışıyor ama durmuyordu
kalbi. Oysa yaptığı hatanın bedelini ölerek ödemek istiyordu Ömer Bey ama
Tunahan için, O’na kendini affettirmek için yaşamalıydı. Tunahan’ı lunaparka
götürmeli, en güzel elbiseleri almalıydı. İçi yünlü olan o çok istediği, hep
istediği botu almalıydı ve bunun için de olsa yaşamalıydı. Sonra kendi kendine
yemin etti; “Alacağım yavrum, ne istersen alacağım. Sana erkek sözü veriyorum.
Yeter ki bana yine hoş geldin babacığım de” diye mırıldandı ağlayarak. Tunahan hala uyuyor. Sahra Hanım
gözyaşlarıyla dualar ediyor, Ömer Bey sadece pencereden dışarıya bakıyordu.
Pişmanlıklarının, hatalarının o kıyamadığı arabasının nelere sebep olduğunu
düşünmekten kendini alamıyordu. Ruhu sızlıyordu ve bunu iliklerine kadar
hissediyordu. Nasıl hissetmesin ki? Tunahan babasını görme sevincini bile
yaşayamadan dayak yiyerek kara kapanmıştı, acılar içinde kıvranırken babası ona
acımadan vuruyordu. Ömer Bey’in gözlerinden yaş süzülüyordu. Belki de
Tunahan’ın ağlayarak “Baba yapma, baba vurma, hastayım. Böbreklerim ağrıyor
baba vurma” diye yalvarmalarını duymuştu. Bir ara kapının açıldığını duydu Ömer
Bey. Geriye dönüp baktığında Gül Abla’yı görmüştü. Gül Abla “Ömer Bey size
söylemeyi unuttuğum daha doğrusu fırsat bulup söylemediğim bir konu var” dedi
sessizce. Ömer Bey hiç merak ediyormuş gibi durmuyordu hatta umurunda bile
değildi ama “Buyur” diyebildi sadece. Gül Abla “İki gün önce Hakan Bey diye
birisi aradı. Karaman’dan iş aldığınız kişiymiş. Bir konu için sizinle görüşmek
istedi fakat ben Karaman’dan gelince elektriklerin kesilmemesi için para
arayışına girdiğinizi bu esnada da bu talihsiz olayın yaşandığını söyledim.
Hakan Bey’de şirketin hesabına 50.000 lira yatırdığını elektrikleri ödememizi
ve kendisinin de yarın için buraya geleceğini söyledi.” Ömer Bey unutmuş olduğu elektriklerin
ödenmesine sevinmedi değil ama Hakan Bey’in bu vefakârlığına da şaşırmıştı.
Ömer Bey Sahra Hanım’a “dışarıdan bir isteğin var mı” diye soracaktı ki
Sahra’sının hala ağladığını gördü. Oysa Ömer Bey odaya geleli neredeyse bir
saati geçmiş olmasına rağmen Sahra Hanım girdiğinden beri ağlıyordu. Ana yüreği
işte, kim bilir neler neler geçiyordu aklından. Ömer Bey Sahra Hanım’a
“dışarıdan bir isteğin var mı” diye sordu. Aldığı cevap ise Ömer Bey’i bir kez
daha yıktı “ Beş gün öncesini istiyorum Ömer, sadece beş gün.”
Ömer
Bey hastane koridorlarında biraz gezindi. Dışarıya çıkıp sigara içmeye karar
verdi. Hava soğuk. Bu esnada kızı Sema aklına geldi. Sema’yı Ömer Bey’in yaşlı
annesinin yanına göndermişlerdi. “Gidip Sema’mı da getireyim. Abisini
özlemiştir” diye düşündü. Arabaya yaklaştı. Koltuklarının üzeri cam
kırıklarıyla doluydu. Eli hala sargılı olduğu için dikkatlice camları
temizledi. O nazlı kuşu Ömer Bey’in can düşmanı beyaz bir şeytandı artık.
Nefretle baktığı ve nefretle bindiği arabada boğulmaya başladı. Beynini kemiren
bu düşünceler içerisinde aracı çalıştırmadan geri indi. İş yerinin muhasebesine
Gül Abla ile birlikte bakan Fatih’i aradı “Fatih annemden Sema’yı al gel. “
diyerek tekrar yukarıya çıktı.
Ömer
Bey yukarıya çıktığında odada kimseyi göremedi. Önce yanlış odaya geldiğini
düşündü ama Sahra’nın çantası oradaydı. “Peki, bunlar nerede? Tunahan’ım?…”
Ömer Bey’in içi daralmaya nefesi kesilmeye başladı. Hızlıca koridorda gördüğü
ilk hemşireye karısının ve çocuğunun nerede olduğunu sordu. Hemşire “bilmiyorum
ama galiba yoğun bakımda olabilir” dedi. Aslında hemşire Tunahan’ın tekrar
ameliyata alındığını, kanamanın artması ve ciğerde oluşan bir ödemin su
toplaması sonucu doktorun gelip Tunahan’ı hemen ameliyata aldığını söyleyemedi.
Ömer Bey hızlıca yoğun bakıma koştu. Karısı da orada bekliyordu. Ne oldu diye
sorduğunda “bilmiyorum, doktor kontrol için geldi fakat kanamanın devam
etmesinden dolayı içeriye almamız lazım dedi. Bekliyorum bende” dedi. Kapıları
kırıp, camları yerle bir etmemek için Ömer Bey kendisini zorla tutuyordu.
Dayanamadı daha fazla. Bir kenara çekildi. Hüngür hüngür bir çocuk gibi belki
de Tunahan gibi ağlamaya başladı. Sadece ağladı.
Yarım
saat geçtikten sonra koridorda kızı Sema ile Fatih’i gördü. Sema koşarak
babasına sarılacaktı ki tam bu esnada doktor dışarıya çıktı. Sema’nın
“babacıııım” çığlığını kimse duymadı. Doktor ise “ Ömer Bey şu an içeride
konusunda uzman üç doktorumuz beşte asistanımız var. Tunahan’ın böbreğinin
alınması ile vücudu yorgun düştü. Ayrıca ciğerlerinde oluşan üşütmeye bağlı
ödemlerden dolayı da ciddi kan kaybı yaşadı. 10 litreye yakın kan kullandık.
Elimizden gelen her şeyi yaptık. Başınız sağ olsun.”
Rüya
değildi bu duydukları. Sahra olduğu yere bayılarak düştü. Fatih Sema’yı
kucağına aldı. Ömer Bey her şeyin rüya olduğunu birazdan uyunacağını
düşünüyordu. Ama rüya değildi. Tunahan’ı ölmüştü. Tunahan’ı yoktu. Tunahan’ı
gitmişti. Tunahan’ı Sema’yı görüp gülmeyecekti. “Hoş geldin kardeşim”
demeyecekti. Annesine “Anne bir sürü ödevim var bana yardım et” demeyecekti
çünkü Tunahan öldü. Daha sekiz yaşında küçücük bir çocuktu ama öldü işte…
Ömer
Bey titreyen sesine, ellerine ve bedenine hakim olamıyordu. Geriye dönüp
Fatih’e doğru baktı. Sema Fatih abisinin kollarında sadece babasını takip
ediyor neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ağlıyordu Ömer Bey ve Sema konuştu
o sessizliği fırsat bilerek “babacım abimle bizi ayabayla götüy eve”dedi. Kalbi
duracak gibi oldu Ömer Bey’in. Sonra nefesini toplayarak “Araba” diye mırıldandı.
Fatih’e bakıp bütün gücüyle bağırdı. Öyle ki sesi bütün koridorda
yankılandı “Fatih bırak Sema’yı. Al şu
anahtarı. Git o arabayı bir arazide yak. Yakacaksın o arabayı. Cayır cayır
yakacaksın, içim gibi yanacak o araba. Git ve yak!” diyerek olduğu yere çöktü.
1 Yorumlar
çok güzel manidar ve bir o kadar da hüzünlü bir hikaye, yazanın kalemine sağlık olsun
YanıtlaSilBU KONU HAKKINDA FİKİRLERİNİ YAZMAK İSTER MİSİN?